Hem beni ben yapan yalnızlığa ihanet etmek olmaz mı bu? Severken değil, unutulurken ve yalnızlığa sarılırken öğreniyormuş kadın kadın olmayı… Bekâret tacının övünülesi çirkinliği değilmiş kadını kadın yapan. Yalnızlığa yalın olduğunu unutturup kendinle bir olmayı sevdirdikçe öğreniyormuş kadın kadın olmayı… İçimdeki çocuğun balonlarını patlatan kimsesizlikler öğretti bana kadın olmayı. O çocuğun elinden tutmayı unuttuğumda kendime kızıp kendimden kaçmayı denediğim zamanlar oldu bir vakitler, işte o zamanların zamansızlığında kadın olmayı öğrendim ben. Gelinliğim olmadı, gelinliğime bağlanan kırmızı bir kuşağım olmadı; bana kadın olmayı siyah yalnızlığım öğretti kırmızı kuşak yerine…
Saçlarımı kurutmuyorum, buna rağmen siyahın terletmesi gibi siyah yalnızlığın saçımı kupkuru yapışları oluyor. Elimde bir kırmızılık var, sanırsın biriyle kavga etmişim de onun iziymiş gibi. Bir yere çarpmışım da kıpkırmızı olmuş gibi. Hayır, hiçbiri değil. Elimdeki kırmızılık bile siyah yalnızlıktan cayıp gökkuşağına koşmamı istiyor, bana bir yerlerde hâlâ gökkuşağının olduğunu fısıldıyor. Önceleri savaştım kazanabilmek için sevgiyi, sevilebilmek ümidi uzun bir süre elini tutamadığım sevgilim oldu. Sonra ayrılık trenlerinde sevdiklerine mendil sallayan kadınları gördüm, ayrılmak ve hayallerden kopmak öğretiyordu kadına kadın olmayı…
İçimdeki çocuğun elindeki bilyeleri attım denize, yosunlar, denizyıldızları, hatta belki denizanaları bile oynamayı biliyorlardır dedim; onlara kalsın oyunlar, inanmalar, beklemeler, sevmeler… Uyuyacaktım aslında, sonra fark ettim senelerce uyumazken de uyuduğumu, uyutulduğumu. Bir kadın kanmayı sevdikçe zamanla kadın olmayı öğreniyordu. Çünkü kanmak yanılmaktan ayrıldıkça kadın gerçeklerle tanışıyordu.
Siyah yalnızlığımın üşümemesi için elimden geleni yapmaya çalıştığımda onun üşümeyeceğini fark etmiştim. Siyah hep terletirdi, koyuydu, ipekten pembe hayallerim gençlik hatasıyla rakıya el uzattığında siyah yalnızlık baba dayağı çeker gibi dövmüştü ipekten pembe hayallerimi. O an anlamıştım siyah yalnızlığın her şeyden güçlü olduğunu ve yalnız olan bir kadının da çok güçlü durması gerektiğini…
Özlememem gereken birini özlediğimi hissettiğimde açıyorum yalnız bir şarkıyı; birbirimize kalabalık olurken unutuyoruz bizden başkasının bizi üzmek için hayatımıza geldiğini ve özlemiyoruz özlemin adının bile yakışmadığı hasret şerefsizlerini…
Gurur tahterevallimden düştüğümde kadın olmayı öğrenmiştim. Geçen yıllardan geçen bir gündü işte. O vakit anlamıştım sevmek denen lanetin her şeye yetmeyeceğini. Hayalperest paraşütümden atladığımda ve sevginin kucağına düşmeyip siyah yalnızlığın kurtarıcım olduğunu öğrendiğimde öğrenmiştim kimse olup kimden geldiği belli olmayan yaraları unutup güçlü bir kadın olmayı… Kırmızı bir kuşak mı, bir erkeğin bakir yolculuğunun arzu dolu sıfatsızlığı mı kadın yapacaktı beni? Siyah da öğretirdi kadına kadın olmayı…
Erkeksiz de kadın olurdu acı çektikçe güçlenerek kadın… Sesini unuttum. Yemin ederim. Nefret hançerini çıkaramıyorum kendimden, kendimden yalnız havai fişek dolu güç kutlamaları patlayacakken o hançer kaldıkça kalbimde ölülere el uzatan o küçük kız çocuğu ağlamak dolu hikâyeler yazıyor, aslında ben pesimist siyahlığımın kırmızı optimistliğe ters köşe yaptığı güçlü bir kadınım. Kadın olmayı öğrenirdi kadın, kadınlık kızlığını kaybederek kadın yapmazdı sadece kadını… Hayallerini, sevgiye, sevilmeye, insanlara güvenmeye dair inancını kaybettiğinde de kadın olurdu kadın. Bir siyahlık da kadın yapabilirdi kadını.
Önce hayallerine, sonra inançlarına, sonra sevgisine ve en sonunda da ruhuna tecavüz ederken ihanet dolu iğrenilesi herifler; o vakit de kadın olabilirdi kadın…
Kimse’nin dokunmadığı kimse duvarlı kimden medet umacağını bilemeyen kim ipuçlu kime kızdığını unutan bir kadınım ben… Kendime büyük meblağlı ikramiye gibi düştüm, gökten düşen elma kahkahalarla güldü sandım; elma bile yoktu yalnızken. Nasıl olsundu?
Yalnız, yalnızlık yalnız ederdi kadını. Elma bile kalabalığa karıştırmaktı kadını ve kadın yalnızlığa doymuşsa elmanın kahkahalarını bile duvardan bilirdi kadın… Çok karmaşık. Kadın zaten hep karmaşık… Seviyorum dediğim bir adam oldu; mağazalardaki üstüne giysiler giydirilen mankenler gibiydi işte. O hareket etmezdi, o sevmezdi, o özlemezdi, o beklemezdi ve o istemezdi. O yokken yalnız olmayı öğrendim ben. Yalnızlığı öğreten bir adam oldu; kalabalığımdan tutup kendime çok kaldığımı söyleyerek biraz da yalnızlıkla oyna sen dedi, kumdan kale inşa etmemi bekler gibi. Şimdi çok kalabalık o adam, başında ve kalbinde türlü türlü şeytanlıklar geziyor, her gün parti yapıyorlar. Hâlâ masumiyetine gülümseyerek bakan masum bir kadınım ben. Tek bir hata merdiveninden çıktım; o da sevdiğimi sanmakla başladığımdı. İkinci basamakta arka üstü çakıldım zaten. Çok çıkmadım o basamaktan, zaten topuklu ayakkabı da giymeyi beceremem. Öylece terliklerle çıktım, onu da beceremedim işte…
Siyah yalnızlık misafir gibi çayını yudumluyor. “Ya hu yatılısın, yatağımda yatmak için her gece beni yatağımdan atıp üstümü dahi örtmeden yalnızlık üşütmez insanı diyerek yatağıma kurulansın, böyle çekinerek çayını yudumlamak da neyin nesi?” diye soramadım maalesef.
Yalnız kadın, ancak kendi sesini duyardı çünkü. Kendi sesini kendisine duyururdu. Çok sevdiğim bir adam vardı; adamlığı kalmış hâlâ duygusal karmaşalarımda. Hâlbuki adamlık kadını ağlatmayıp yüzünü güldürmekle başlıyordu. O biliyor adam olmadığını da, duygusal karmaşalar sitesinden aldığım şu daire bir türlü kiraya vermiyor karmaşasını…
Öyle bir sevdim ki onu, günah otelinde fahişeyle sevişse yine de masumiyetin resmini çizerdim onun kalbinde. Siyah yalnızlık işte; öğretiyor artık kadına iyi niyetle bisiklet sürmemesi gerektiğini, bisikletin arabanın altında kalıp bin duyguyu ezip geçebileceğini…
Sevdim işte, bir zamanlar sevebilen bir çocuktum ben. Büyümek değil; büyürken acılara üremek öğretirmiş kadına çocukluktan çıktığını. Sallanmıyorum mesela artık, salıncakları görünce sallanmak çekmiyor canım; yalnızlıkla kırlarda koşup siyah çiçekleri gözlerimde büyüttüğümden beri oyun arkadaşımı aldatmak gelmiyor içimden. Bir gün evlenirsem gibi cümleler çıkıyor ağzımdan inanç kıyısında kumdan aldığım taşları denize atarak… O bir gün, öyle bir gün… Eksik, notalarda acaba solfejli alto sesime yanık öyle bir gün…
Neyse, siyah yalnızlık çayını bitirdi. Beni duyduysa şayet duymazdan geliyorsa buna rağmen, kırılmam. Çünkü kırılmayı unutur kadın. Sakarlığına denk getirir vazoları; yine de bin kere kırılmışsa bir kere daha izin vermez. Öyle yaşayarak öğrenir kadın.
Öğretmenim, sınıfta kalıp yalnızca edep dersinden geçtiysem bu bir haksızlık sayılmaz mı?
Hayat öğretmenim, şerefsizler geçtiyse senin yerine; baş öğretmen Atatürk’e haksızlık olmaz mı?
İşte öyle bir şey… Birileri uyuyor, gözlerinde kum taneleri; sivrisinekleri de balık sanıyorlar galiba. Bedenim yatağa girecek, gözlerim kapanacak ve yarın için bir yalnızlık şarkısı daha besteleyecektim kimseli rüyamda. Kim çıkarsa rüyamda karşıma, onun yalnızlık olduğunu düşünmeden sevinçli günaydın sabahlarına uyanarak kısmet diyecektim. Güya…
Kanmak tokluğu baki bende hâlâ; inanamıyorum önce kimseye, sonra yalnızlığa…