Toplumların kabul ettiği dinî inançların; onların kültürlerine, dillerine, düşünme tarzlarına, siyasal yaşantılarına tesirine yönelik araştırma yaptığım bir gece ‘değişik’ playlistimden beni tahrik eden bir ezgi çalmaya başladı. Çok da aldırmadan önümdeki kağıt karmaşasını karıştırmaya devam ederken soprano hanımefendinin belli belirsiz haykırdığı cümlenin sonundaki ‘…. Lord!’ sözü ben de tarifi imkansız duygulara neden oldu. Kağıtları, kitapları toplayarak , internet sekmelerini kapatarak bu duyguları sizlere aktarmak istedim.
Araştırmalarım süresince edindiğim kanı dinin, toplum kültürlerine çok da iyi etki etmediği yönünde gelişti. (Burada dinin özünü, ana içeriğini değil toplumda zuhur ettiği biçimini kast ediyorum.) Edindiklerimi kağıda dökerken duyduğum o ‘Lord!’ bütün algımı bir anda değiştirdi. Dinin topluma değil de bireye yönelik etkilerini düşündüm. Bana yönelik etkilerini düşündüm.
Georg Friedrich Hândel. Alman klasik batı müziği bestecisi. Daha ortaokul yıllarımda ablamın kitaplığından aldığım bir kitapla tanışmıştım onun öyküsüyle. Kaleme alan üstad yine Zweig’dı. ‘The Messiah!’ ( Bizim genellikle ‘hallelujah.’ Olan kısa bir bölümünü bildiğimiz ünlü oratoryo.) Zweig’ın, Dünya tarihinde göze batan şahsiyetleri, sanatsal bir üslupla incelediği ‘Yıldızın Parladığı Anlar’ kitabında The Messiah’ın yazılışı konu alınır. Ve Handel’in ölümü…
Handel’i incelerken; Din üzerine yapılan bütün güncel tartışmaların dışında, Allah’ın var olup olmadığı, peygamberlerin, dinlerin samimiyeti gibi kilit konulardan bağımsız olarak, bir adamın her şeyini kaybettiği anda nasıl da ‘kendinden büyük olan, görmediği, onu yaratan’ varlığa sığındığını göreceğiz.
Evet… Her şeyini kaybetmiş bir adam. Elinden onun ününü, gelirini, tanınırlığını sağlayan ilhamını kaçırmış. İngiltere’de kurduğu tiyatro batmış. Bunlar da yetmezmiş gibi, sinirlendiği bir anda vuran felçle vücuduna bile hükmedemez hale gelmiş bir adam…
Doktoru, evindeki hizmetçiler, ona gönülden bağlı olan, sanatsal dehasından etkilenen herkes bu iri cüsseli adamın ömrünün sonuna kadar ‘yatalak’ kalması ihtimalini üzüntüyle karşılar. Doktoru, bir ümit reçete yazar ve onu Aachen’deki sıcak su kaplıcalarına götürmenin yararlı olabileceğini söylerler. Handel buraya gider, doktorların ‘kalbiniz günde 3 saatten fazlasını kaldırmaz.’ Tavsiyesine rağmen hemen hemen bütün gününü sıcak suyun içinde geçirir. 2 hafta içinde vücudunu dengede tutar hale gelir. Artık onun için ikinci bir yaşam başlamıştır. Aachen dönüşünde yoldaki bir kiliseye girer. Dini ritüellerle pek de arası yoktur. Kiliseye girme amacı, içerideki piyanodur. Oturur ve çalar. Çalar. Çalar. Susamış gibi çalar. Ve şükreder. Hayata dönmesi için değil, tekrar çalabildiği için şükreder.
Hayat… Bu değişken süreç hiçbir zaman iyi ya da kötü seyretmez. Ve insanoğlu hiçbir zaman elinde olanla yetinmez. Bir mucize sonucu yürüyebiliyor da olsa Handel, ikinci hayatından pek de hoşnut değildir. Sert geçen kış, İngiliz Kraliçesi’nin ölümü ve toplumun halihazırdaki durumu Handel’in maddî durumunu çok kötü etkiler. Hastalığından sonra yazdığı operanın temsilleri, beklediği ilgi ile karşılanmaz. Evinin önü her gün elinde borç senedi olan adamlarla doludur. Bütün bu tersliklerin en kötüsü, ilhamın kaçmasıdır. Uykusuz geceler, sıkıntılı saatler… O kadar kötüdür ki durum; Handel artık üzerinde nota defterinin, kaleminin bulunduğu masasının başına bile geçemez hale gelir.
İşte böyle bir zamanda Handel, insanın düşünme sistematiği ile örtüşen o ünlü yakınmayı dillendirir. ‘Tanrım! Beni neden yalnız bıraktın?’… İkinci kez hayata dönmüş bir adam, Tanrı’ya Aachen’de şükreden adam, şimdi ona yakarıyordu. ‘ Ölsem daha iyi değil miydi?’
Durum o kadar kötüdür ki, bütün Londra’da tanınan, İngiliz Aristokrasisinin temsillerini en önde izlemek için birbiri ile yarıştığı bu adam, artık dışarı çıkamıyordu. Çıktığı zamanlardaysa arka kapıyı kullanıyor, tanınmamak için arka sokaklara sapıyordu. Mektuplarına bakmıyor, kimseyi evine kabul etmiyordu. Geceleri uyuyamıyor. Belli belirsiz rüyalarda ilhamını ve o şaşalı günlerini arıyor. Mektupların sadece dışını okuyor, içindeki şeyleri merak etmiyordu. Ancak o mektuplardan bir tanesi operalarının metin yazarı şair Jennens’tendir. Onu da diğerleriyle birlikte masasının gözüne atar. Gece yatağına yatmış, uykusunu beklerken aklına bir merak düşer. Savaşın galibi meraktır. Handel kalkıp mektubu alır. Işığın yanına geçer ve okur. Bu bir opera metnidir. İlk cümle ‘ The Messiah’.
Handel okuduğu her cümlede her kelimede sarsılır. Bu kadar etkilenmesinin sebebi Jennens’in sanatı değildir. O kadar dardadır ki Tanrı’nın Jennens yoluyla ona vahyettiğini düşünür. Bütün oratoryo metni boyunca adeta Tanrı’yla konuşurken bulur kendini. O gece ile birlikte 3 hafta boyunca besteler. Bu da bir tür felçtir. Yazmaktan su toplamış parmağı umrunda değildir. Acıkan karnı, vücudunun pislenmesi umrunda değildir. Ve sonunda, ‘The Messiah’ tamamlandıktan sonra 17 saat uyur. Uyanınca 3 insanın yiyip içeceği bir masayı süpürür.
Oratoryo çok beğenilir.
Dublin’de ilk gösterimi yapılır.
Bütün gelir Handel’in isteğiyle hapishane mahkumları ve hastalara bağışlanır.
Handel, yıllar önce 13 Nisan gecesi felç geçirmişti. Yine bir 13 Nisan gecesi –Hristiyan kültüründe kutsal bir gün.- sonsuzluğa yolculuk eder. Umutsuzlukları, başarısızlıkları dinlemiş, onurlu ve mutlu bir insan olarak bu dünyayı terk etmiştir.
Ortaokulda okuduğum bu hikaye bana pek de öğretici gelmemiş, hiçbir etki bırakmamıştı. Ancak şimdi o kadar iyi anlıyorum ki Handel’i. Şüphe yok ki bu başarısızlık hikayeleri sadece onun başından geçmemiştir.
İnsan, umudunun kalmadığı anlarda her zaman birini suçlar. Başarısızlıklarının nedenini birine bağlar. İsyan eder. Küfür eder. En güçsüzü bile o öylesine megalomandır ki, benliğine asla toz kondurmaz. Fakat bu ‘kader varlığı’ başarıları nasıl da kendine atfeder…
Handel’in hikayesi yeniden doğuşla, benim hikayemse ölümle başladı. Ölüm bu ego makinesi insanın kavrayamadığı, anlayamadığı, hesaplayamadığı, üzerine düşünmek bile istemediği en karmaşık ve korkunç deneyimdir. Herkes üzülür. Lakin ilginçtir ki, kimse ölene üzülmez. Şimdi rahatlıkla söylüyorum, benim de üzüntümün asıl kaynağı bizzat kendi şahsıma dayalıydı. Her insan gibi ben de, kafamda kurduğum geleceğe, kalıplara, mesleğe öylesine koşullamıştım ki kendimi, elimde olmadan, aslına bana ait olmayan hayallerimin bir bir suya düşüşünü izlemiş, ben de Tanrı’ya yakarmıştım. ‘ Tanrım! Beni neden yalnız bıraktın?’
Her gün, birbiri üzerine gelen sıkıntılar, kaybetmeler ölen şahsın üzüntüsünü bile unutturmuştu. Handel, Tanrı’yla ‘bir gece’ konuşmuştu. ‘O gece’ farkına varmıştı. Bir gece boyunca, Jennens’in gönderdiği o mektubu okurken, konuşmuştu. Bense 6 buçuk senedir konuşuyorum. Her kaybediş bir kelime, her başarısızlık bir cümle…
Yaşlanan ruhum bir şey üzerine mutabıksa, bu da hayatta tek kaybedişin ölüm olduğudur. Kendi ölümümüz… Bunun dışında her şey kazanç, geleceğin rotasının gizli olduğu define haritasıdır.
Okumayı bilir, mesajı anlar, hayatını şekillendirirsen başarırsın. Başarı algısının değişkenliğinin farkına varmak, günümüz insanının en büyük ‘başarı’sıdır. DNA bakımından ‘farklı’ olan insanın oluşturduğu değerlerin ‘aynı’lığı yeryüzünde yaşayan insanların mutsuzluğuna neden olan bir paradokstur. Başarı, topluma özgü değil, insana özgü olmalıdır. Herkes ‘kendi başarısı, kendi mutluluğu’ peşinde koşmalıdır. Çünkü toplumun seni içine soktuğu, dolgun maaşla, hoş kadınlarla/erkeklerle, soylu ünvanlarla da iyice hapsettiği o ‘başarı’ algısı, modern insanın felaketidir. Farkında olmadan yaşanmış o ‘başarılı’ hayatlar, geriye bakıldığında ardında hiçbir şey bırakmamıştır. ‘Başarı’lan tek şey sistemin kusursuz işleyişidir. ‘Başarılı’ olmak adına; gezilmeyen yerler, sevilenlere ayrılmayan zamanlar, yaşanamayan anların her biri birer başarısızlık, birer kayıptır. Tolstoy’un ‘soylu kahramanı’ İvan İlyiç, Zweig’ın zengin işadamı Salomonsohn, tuzağa düşen, toplum algısına hapsedilen ‘başarılı’ adamlara birer örnektir.
Yukarıda başarı kelimesinin tırnak içerisine alınması sizi rahatsız ettiyse, bir an önce atın o işaretleri. Kendi başarınızı tasarlayın. Hayat, sizin için tasarlanan ‘başarı’ların, aslında size hiç de uygun olmaması nedeniyle bu kadar zor, bu kadar yaşanılamaz halde.
Ben öğrendim ki, mutluysan başarmışsın demektir.
Mutluluğun, başkalarının mutsuzluğuna neden olmamışsa başarmışsın demektir.
Kötülükleri, mutsuzlukları, umutsuzlukları ‘Lord!’a yükleme, bizzat kendin göğüsle. Onların her biri doğduğun anla birlikte atıldığın bu ‘çukur’dan çıkman için sana armağan edilen topraktır. Haritayı okuyabilirsen toprağı çiğner; huzura, mutluluğa, başarıya ulaşırsın. Umutsuzluğa düştüğün an, ‘toprağı atan’a isyan ettiğin an, ömrün boyunca o çukurda çürür gidersin. Mutsuzluğun, umutsuzluğun ağırlığı altında ezilirsin. Bilmediğin, belki de hiç bilemeyeceğin şeylerle gücünü harcama. Kendine güven. Kendine inan. Başarısızlıklarını sahiplen ki, başarılarınla övün.
Toplum algılarından, kalıplarından kurtul. ‘’Comfort!’’
Ait olmadığın kalıplardan kurtul. ‘’ Thus said The Lord!’’
Ağırlıklarından boşandığın an, gerçek huzuru bulacaksın. ‘’And he shall purify.”
Tanrı’nın her insanın yaratılışında farklı kodlar kullanması sana yol göstersin. Kendine özgü yaşa. Bu en büyük hediyedir. ‘’That they may offer unto the Lord’’
Horlansan da, sistemin alayına maruz kalsan da, kendine güven. Başını yukarı kaldır. Tanrı seninle konuşuyor. Her kaybedişte, her mutsuzlukta, her başarısızlıkta…
‘The Messiah’’. Kurtarıcın budur.
Hallelujah! Hallelujah! Hallelujah!
Tahir Mete ARTAR