Zaman denen faniliğin tam teşekküllü unutmak zirvesinde yürürken karşıma geçmişin yirmi dört Şubat kaldırımı çıktı. Bu kaldırımda yürümek mazimin asfaltına döşenen geleceğime söylediğim umut şarkılarını seslendirdi.
Bunca zaman bunca yıla sağlıkla şarkılar söyledi ama; ruhumun vazgeçilmez derinliklerinde Ümit vardiyasına kaldı kader. Bilmiyorum ki kendime ne söylesem? Hep mi o kadar korkak şarkılar öğrenmek tesellisinde mutluluk nağmelerini gönderir insan?
Zaman bana ne zaman sarılsa artık biliyorum o çocuk değilim. O çocuk olabilmek şimdiki genç kızı kıskandırır. Bir gün kendime bağlarsam kaderin güzel zamanlarını, öncelikle yirmi dört Şubat kaldırımından özrümü dileyeceğim. Ben oralarda nedensiz geçmişimi çok bekledim. Boşuna niyetsiz bir de acılı küskünlükler ekledim yıllarıma; ben oralarda o kızın saçlarını boşuna okşadım, o kızın o yataktan kalkmasını çok bekledim.
Zaman denen faniliğin Işık’ları açıp kendisini göstermeden gitmesi yanlışlığında sıkışıp kalmışım gibi hissediyorum. Bu oyunu oynamaktan belki de o gözü yaşlı gecede vazgeçmeliydik. Hakkım yoktu hakkımdan katli vacip vazgeçmeye.
Yirmi dört Şubat kaldırımında on yedinci yılımın suçluluk psikolojisinde sandalyeye oturup kendimi izledim. Berbat bir hayat tecrübesiziydim. İmzasını nasılsa zamansız attı doktor; her gördüğümde yeniden doğup yeniden ölmek çizgisinde toplanıp kendime bilinmezlik zamanları aksesuarlarını layık bulan bulanık zamanlarıma suçlu olduğumu kabul ettiriyorum.
Yirmi dört Şubat kaldırımında özrüm özde kabahatimden küçük; keşke yeniden başlayabilsem hiç üşenmeden hayata, kaldırımda direnen zamansızlık çığlıkları son bulsa rüyalarımın isimsiz rüyalarında…
Dilâra AKSOY