Hava kararıyor, sokak lambaları yanmak için sırasını bekliyordu. Kimisi işten, kimisi okuldan kim bilir belki de çarşı, pazardan dönen birçok insan bir an evvel evlerine ulaşma telaşındaydı. Sokaklar boşalıyor, bir gün daha öyle ya da böyle son buluyordu. Akşam yemeği saati yaklaşıyordu. Sofralar yavaştan kurulmaya hazırlanıyor, evlerden birer ikişer çatal, kaşık sesleri yayılıyordu gittikçe tenhalaşmakta olan sokaklara…
Bir insan ömrünü neye vermeli
Para mı onur mu taş dikenli yol
Ağacın köküne inmek mi yoksa
Çırpınıp duruyor yaprak dediğin…
Süreyya apartmanının 9 numaralı dairesinden yükseliyordu dizeler. Sivaslı öğretmen emeklisi Haydar amca sazı yine eline almıştı anlaşılan. Hasret Gültekin’den söylüyordu “Bir İnsan Ömrünü Neye Vermeli”… Cemal Süreya’nın “fotoğraf” şiirini anımsıyorum birden. “Adam hüzünlü. Hüzünlü şarkılar gibi hüzünlü” diye geçiriyorum içimden bu sevgisini saza söze dökebilen güzel insana.
Satı teyzeyi görüyorum sonra. Ah! pamuk teyzem… Yine yalnız, yine mutfakta… Ocağın başında. Demlenmiş çayın kokusu sinmiş üzerine. Buradan alabiliyorum kokuyu. Az misafir etmedi bizi de, sağ olsun. Yalnız olduğundan mıdır yoksa başka bir sebepten midir bilemiyorum ancak misafiri pek sevdiğini iyi hatırlıyorum. Yolda iki kelam etmeye görsün henüz yeni tanıştığı insanlara bile hiç tereddüt etmeksizin, çekinmeden, mütevazı evinin kapılarını açabilecek yiğitliktedir. Üstelik kırk yıldır tanırmışçasına da anlatır da anlatır. Hatta bazen siz bile şaşırmadan edemezsiniz onun bu tavırlarına. Ha bu arada ekmek tatlısının tadına bakmadan da bir yere yollamaz sizi söyleyeyim. Güzel de yapar laf aramızda.
El arabalı seyyar satıcı geçiyor bu sırada. Bağırmıyor ama bu sefer. Yorgunluğu her halinden belli… Ancak, dikkatli bakınca yüzündeki tebessümü fark edebiliyorsunuz. Bugünlük işler iyi geçmiş, öyle anlaşılıyor. Selam verip, gözden kayboluyor o da diğerleri gibi. Arkasından sesleniyorum: Sana da iyi akşamlar ağabey…
O da ne? Bizim romantik Enver değil mi şuradaki? Tabii ya, o elbette, ta kendisi… Yine aynı umutsuz bakışlar, yine ağlamaklı bir yüz… Kapının önünde işte, orada… Güzin’in işten çıkmasını bekliyor herhalde… Ah âşık çocuk… Siz bilmezsiniz efendim, durun söyleyeyim. Bir kız var, adı Güzin. Turgut amcanın kızı olan… Köşe başındaki tuhafiyede çalışıyor kendisi. İyi kızdır, efendidir, hatırşinastır velhasıl. Öyle bilinir mahallede. Neyse bizim Enver de sevdalıdır anlayacağınız bu kızımıza. Ne var bunda şaşılacak dediğinizi duyar gibiyim. Onu da hemen söyleyeyim. İşin aslı şu ki bizim Enver henüz 8 yaşındadır efendim. Yani besbelli çocuktur daha anlayacağınız. Tahmin edebileceğiniz üzere platonik bir sevdaya tutulmuştur. Güzin dâhil tüm mahalleli de bilir Enver’in bu durumunu ancak elden ne gelir? Hem zaten Güzin 5 ay sonra evlenecekmiş öyle diyorlar! …
Bu gürültü… Salih amcaymış yahu… Kepenkleri indiriyormuş. Tabi ya bu saate bakkal kalır mı? Salih amca demişken Trakyalıdır kendisi, Keşanlı. Üj bej anlayacağınız… Rumeli özleminden olsa gerek bakkalında sürekli “arda boyları türküsü” çalar. Her daim bir asil iki yedek rakısı muhakkak hazırdır buzdolabında. 12 saatten fazla da kalamaz zaten, hemen yenileri takviye edilir gidenlerin yerine. Ama Allah var ne yalan söyleyeyim hiç de sarhoş olduğuna rastlamadım bugüne kadar. Aksine millet rakı içmekle övünüp “rakı içiyorum ben heyt! be büyük adamım artık bir 70’liği tek başıma deviririm” pozlarında gezinirken onları toplayan adamdır Salih amca.
-Salih amca nabıyon bea?!
-İyidir kızanım bea.. Dur bakayım sana… Azcıkın ekmek yi be epten olmuşun tiğitili kurgaflıktan ülcen…
-Tamam amca, eyvallah…
-Ha bak avalar da suudu tiril tiril gezme böyle sokaklarda asta ulursun.
-Sağ olasın amca, hadi iyi akşamlar.
Böyle bir adamdır işte o. Samimi, sıcakkanlı, doğal… Bak yine arda boyları türküsünü söylemeye başladı. Duyuyor musunuz?
Ah! Hayır Şaziye Hanım teyze… Yakalandık.. Hay aksi!
-Ay bu Salih bey de bir alem yahu gece gece türkü söylemek de neymiş efendim… Neyse sen geziniyorsun bakalım bu saatte dışarıda?! Hem iş güç nasıl gidiyor bakayım, çok kazanabiliyor musun? Yoksa hala çulsuz musun?
-Eh iş…
-Ay ayıptır söylemesi bizim Müjdat, oğlum diye demiyorum, bak daha şimdiden Mercedes’i çekti altına. Bir iki aya kadar da evi hazır olacak inşallah. İşte havuz mu yaptırıyormuş ne o yüzden biraz gecikmeler olmuş.
-Hayırlı olsun.
-Neyse hadi hadi iyi akşamlar sana. Oyalama beni.… Serra evde bekliyor zaten. Sahi söylemiş miydim Serra da evleniyor gelecek ay. Haberin olsun gel bak! Hem damadımız da çok zengin. Şirkette genel müdür, bakarsın sana da daha iyi bir iş ayarlarız. Anlarsın ya ayol! Ahahah Parası bol olanından şöyle. Ay Serra Allah canını almasın kız! Yine aklıma geldi de nasıl da kaptı şu çocuğu. Az uğraşmadı ama olsun turnayı gözünden vurdu. Aferim benim kızıma! Anasının kızı tabii olacak o kadar…
Anladınız sanıyorum neden hay aksi dediğimi… Şaziye teyze de saygısızlık yapmak istemem ama böyledir işte… Güç, mevki ve lüks düşkünüdür biraz. Her ikisine de para ile sahip olunabileceğini düşündüğünden olsa gerek para onun için çok değerlidir. Oksijen gibi tapar adeta. Tek bir yaşam felsefesi vardır: “Para, daha çok para ve daha da çok para”
Bak sen şu işe yağmur atıştırmaya başladı iyi mi? Üstelik şemsiyemi almayı da unutmuşum. Neyse eve geldim sayılır. İşte şu sağdaki turuncu binanın 2. katı. Hani balkonunda çiçek saksıları gözüken…
-Aa benim salonun ışığı da açık kalmış. Unuttum herhalde. Ama durun bir dakika çıkmadan önce 2 kere kontrol etmemiş miydim? Etmiştim… E kim açık bıraktı o zaman? Yoksa?
Ah kapıcı Hasan Efendi ahh!!!! Yine dış kapıyı kilitlemeyi unuttun öyle değil mi? Hayır kaç kere de söyledim. Hırsız girecek bak dedim, binbir türlü insan var dedim. Al işte!