“Bilmiyorum… Okudukça dizelerinin içinde kayboluyorum. Onun bilgeliğinin karşısındaki cehaletim kafamı utançla yere eğmeye davet ediyor beni. Ben de davetine icabet ediyorum. Dizelerde kaybolmuşken çaresizliğime eşlik etmek isteyen gözyaşlarımı geri çeviriyorum. Boğazımı acıtıyorlar. O ‘GÜNEŞ’ gibi.”
Gideceği vakit farkediyorum varlığını. Minik ellerimi kaldırıyorum. “Dur! Gitme!” diye haykırıyorum. Gitmek istemiyor ve bana yaklaşmaya çalışıyor. O sırada ben de önünde pembe bir sepeti olan bisikletime biniyorum. Abim düşmeyeyim diye arka tekerleğine iki küçük tekerlek vidalamıştı. Anlayamamıştım. “Bu küçük tekerlekler mi düşmemi englleyecek?” diye sormuştum. Abim gülmüş ve hiçbir şey söylememişti. Şimdi tekerleklere bağırıyorum “Sakın düşmeme izin vermeyin! Onu yakalamalıyım.” Onlar da cevap verircesine gıcırdıyorlar. Güneşe bakıyorum. Sanki bana birazcık yaklaşmış gibi. O da beni bırakmak istemiyor. Pedallara zar zor yetişen ince bacaklarıma daha da yükleniyorum. Nefes nefeseyim ve kalbim deli gibi atıyor. Uçsuz bucaksız altın rengi buğday tarlalarının arasındaki asfalt yolda ilerliyorum hızla. Güneş bana biraz daha yaklaşmak için uzanıyor, iniltilerini duyabiliyorum. Ama sonra kanıyor. Kanıyor ve yavaşça her şey turuncuya dönüyor. Güneş gücünü kaybediyor ve tekrar uzaklara sürüklenmeye başlıyor. Boğazımdan fışkıran çığlıklara gözyaşlarım karışıyor.
Çığlıklar fışkırıyor ve rengini görebiliyorum. Dün sabah annemin giydiğı hırka ile aynı renkteler. Neydi o rengin adı? Ha! Lacivert. Çığlıklarımın rengi lacivert. Tek elimle gözyaşlarımı siliyorum fışkıran çığlıklar yerini hıçkırıklara bırakırken. Pedallara asılıyorum. Güneş biraz daha kanadıkça etrafındaki her şey iyice turuncu oluyor. Yol önümdeki tepeye doğru uzanıyor. Nefes nefeseyim. Güneş kaymaya devam ediyor. Hıçkırırıklarımın arasından “Git-me.” diye fısıldıyorum ama o sadece bana bakmakla yetiniyor. Ona hiç kızmıyorum. Çünkü bu onun elinde olan bir şey değil ki. Bu tamamen benim suçum. Daha önce farketmeliydim onun varlığını. Onun ihtişamını. Ama ben babamın bana yeni aldığı o aptal oyuncak bebekle meşguldüm. Bebeğin sahte gülücükleri ilk başta ne kadar da dostça gelmişti. Ama sonra tam gitmek üzereyken ‘O’nu gördüm. Saatlerdir beni bekliyordu. Ama ben o sersem bebeğin açılıp kapanan salak mavi gözlerine hayran hayran bakarken, kadim dostumun beni yine beklediğini görememiştim. Şimdi o kayıyor yavaş yavaş ve ikimiz de kanıyoruz. Ama benim gözlerimden akan kanlar renksiz. Hayır renksiz değil. Bu rengi her gün görüyorum: su rengi. Evet gözümün akıttığı kan su renginde. Yol tepeye paralel olarak dikleşiyor. Bisikleti sürecek takatim kalmayınca bisikletten inip arkasına geçiyorum ve itmeye başlıyorum. Gökyüzündeki turunculuk güneş kanadıkça daha da kızıllaşıyor. Kanadıkça kayıyor güneş. Ağzımdan lacivert bir çığlık daha fışkırıyor. Ciğerlerim havasızlıktan yanıyor ve dayanamayınca çığlığı yarıda kesip kendini hava ile dolduruyor hızlı hızlı. Bacaklarımın “dur” yalvarışlarını duymamaya çalışarak bir adım daha atıyorum. Bir adım daha. Güneş tepenin ardında yok olmaya başlıyor. Bisikleti koşarak itiyorum. Onu bırakamam. Bırakırsam tepeyı çıktıktan sonra güneşi bisikletim olmadan yakalayamam. Koşmaya devam ediyorum ama güneş kayboluyor ve yerini siyahla karışık turuncuya bırakıyor. Dizlerimin üstüne düşüyorum. Bisiklet de dizlerimin üzerine düşüyor. Minik ellerimi yüzüme kapatıp hıçkırarak ağlıyorum tekrar. “Özür dilerim!” diye bağırıyorum. “Ö-zür dile-rim.” Çaresizce ayağı kalkıyorum ve bisikletimi tepeye itmeye devam ediyorum. Umutsuzca… Birkaç adım kaldı. Kollarımla bisikletin oturma yerine baskı uygularken başım öne eğik. İki adım kaldı. Bir adım… Ve bisilklet artık benim yardımım olmadan durabilir. Gözyaşlarım görüşümü engelliyor. Bisikleti bırakıp gözlerimi kuruluyorum kolumun içiyle. Sonra… Kafamı kaldırmam ile sevinç çığlığı atmam aynı anda gerçekleşiyor. Geri dönmüş. Geri dönmüş! Ama hala kanıyor. Hemen bisiklete biniyorum ve buğday tarlalarının içinden ona doğru pedal çeviriyorum. Sonra birden bisikletimin arkadaki iki küçük tekerleğinden büyük kanatlar çıkıyor ve pedal çevirdikçe güneşe doğru uçmaya başlıyorum. Artık güneş kanamıyor ve kahkahalar eşliğinde ona ulaşıyorum.
NOT: Judas Preist-Angel adlı parçada geçen “Angel Remember how we chased the sun” sözlerini duyduğumda kara pelerinli ilham zebanim bu yazıyı beynimin tozlu raflarına bıraktı.