Günlük hayatın sıkıcılığından ve insanların tuhaf davranışlarından sıkıldığımda kendimi iskelede bulurdum. Yine o günlerden biriydi. Sıkılmıştım, bunalmıştım.Yaşadığım bu küçücük ada bile fazla geliyordu bana. Aklımdaki binlerce düşünceden kurtulmak için kendimi iskeleye attım. Banka oturmak samimi gelmediğinden yere oturup ayaklarımı denize sarkıttım. Ağzımda tuz tadı, saçlarımda poyraz rüzgarı ve ayaklarımda kıyıya vuran dalgaların sıçrattığı damlalar. Huzurluydum.
Neredeyse her gün gelirdim buraya ve yine o adamı görmüştüm. Orta yaşlı olduğunu tahmin ediyordum fakat belki de aylardır kesmediği sakalı onu fazlaca yaşlı gösteriyordu. Gri bir balıkçı beresi ve kahverengi kalınca bir montu vardı. Adam, her zaman olduğu gibi sandalındaydı. Gazetesini okuyor arada bir de denize attığı oltasına balık vuruyor mu diye kontrol ediyordu. Mütemadiyen sandalında bir şeylerle uğraşıyor, gözlemlediğim kadarıyla sandalından hiç ayrılmıyor ve kimseyle de konuşmuyordu. Bu adamın ada sakinlerinin de dikkatini çektiğine emindim.
Kaç zamandır bu gizemli adamla konuşmak istiyordum. İsmini, kaç yaşında olduğunu, nereden geldiğini öğrenmek; okuduğu kitaplardan ve hayat felsefesinden bahsetmesini istediğimi söylemek istiyordum fakat cesaret bulamıyordum. Çünkü adam, dışardan oldukça sert görünüyordu. Kaşları hep çatıktı.
Günbatımına kadar izledim o adamı. Tuttuğu birkaç kefali kızartıp yedi. Güneşin battığı yöne doğru uzandı. Ben de güneşin batışını, gökyüzünün turunculuğunu bulutların adaya veda edişini izledim bir süre. Her zaman olduğu gibi deniz ve gökyüzü almıştı sıkıntılarımı. Rüzgar, üzerimde hissettiğim sıkıntı bulutunu uzaklara götürmüştü. Deniz, dalgasına katıp dağıtmıştı yalnızlığımı. Sadece ben ve benim huzur dolu ruhum kalmıştık.
Odama sızan günün ilk ışıklarıyla beraber uyanmıştım. Alarm kurmayı sevmezdim ve hep bu şekilde uyanırdım. Çalıştığım kitapçıya gitmek için üzerimi giyinip bir bardak çay içip sokağa çıktım. Bugün o adamla konuşacaktım, kararlıydım. İkindi vakti olup işten çıktıktan sonra doğru iskeleye gittim. Adam yine sandalındaydı. Bir süre uzaktan seyrettim. Diğer günlerden pek farklı bir şey yapmadı. İnce belli bir çay bardağına koyduğu çayı su içer gibi hızlıca içti. Ardından bir bardak daha, bir bardak daha… Güneş batmadan adamla konuşmam gerektiğini hissettim ve usulca adama yaklaştım. Ona doğru yaklaştığımı görünce garip bir bakış attı, fakat konuşmadı. Bunun üzerine adamla konuşup konuşmamam gerektiği konusunda ikilemde kalmıştım ama konuşmayı çok istiyordum. Konuşmalıydım!
Kıyıya bağlı olan sandalın yanına yere oturdum ve ayaklarımı denize sarkıttım. Adam bu sefer daha dikkatli baktı fakat ben gözlerimi uzağa diktim.
– Adanın havası da bir başka oluyor! deyip iç çektim. Adam, onunla iletişime geçmeye çalıştığımı anlamıştı.
– Ben ne diye buradayım sanıyorsun?
– Burayı sevmeyen var mıdır acaba? İnsan böylesine güzel bir yeri nasıl sevmez ki!
– Sevmeyen sevmez. İnsanları anlayamazsın küçük hanım.
– Haklısınız… Fakat ben… Anlamak istiyorum. Örneğin sizi. Sizi anlamak istiyorum. Uzun zamandır buraya her gelişimde sizin de burada olduğunuzu fakat sandalınızdan hiç dışarı çıkmadığınızı, tüm gününüzü kendinize ayırdığınızı görüyorum. Bana biraz kendinizden bahsedin istiyorum. Kiminiz kimseniz yok mu? Niçin buradasınız? Hayat felsefenizi merak ediyorum. Öncelikle isminiz…
– İsmim Metin, küçük hanım. Metin Kaptan derler… Senin ismini öğrenebilir miyim?
– Elif ben.
– Memnun oldum, Elif. deyip elimi sıktı.
– Ben de memnun oldum, Metin Kaptan… dedim. Ona bu şekilde hitap ettiğimi duyunca tebessüm etti. Sağ ve sol yanağındaki gamzeleri o zaman fark etmiştim.
– Demek beni uzun zamandır gözlemliyorsun ve merak ediyorsun öyle mi? Merak edilecek neyim var sanki. Ben de herkes gibi insanım işte. Biraz fazla düşünceli bir insan…
– Seni bu düşüncelere boğan ve hüzne iten nedir Kaptan?
– Herkes geçmişte kötü şeyler yaşar, küçük hanım. Yalnız bazıları bunu ağır yaşar. Ben ağır yaşayanlardan oldum
deyip gözlerini uzaktaki feribota dikip iç geçirdi ve anlatmaya başladı.
– Önceden böyle kimsesiz değildim ben, bir ailem vardı. Çocuklarım… Ah! Güzel
bir karım ve onun güzelliğinin aynası olan iki kızım. Sessiz, sakin ama huzurlu bir
hayat sürüyorduk. Kaptandım ben, uzak ülkelere giderdim fakat karım bundan
hiç şikayetçi olmazdı. Mutlu bir aileydik. Güzel günler uzun sürmedi. Sonra…
Sonra kaza…
Kaza kelimesini söylemekte zorlanmıştı. Ağlamaklı oldu. Sustu ve tekrar iç çektikten sonra devam etti.
– Ben İtalya’ya giden bir gemiyi kullanıyordum. Tren kazası oldu. Yani olmuş. Karım ve kızlarım tren kazasında hayatını kaybetti. Tren gelirken kızlarım raylara atlamış, sonra karım… Karım da onları kurtarmak için atlamış. Tren üçüne birden çarpmış. Keşke! Keşke bana da çarpsaydı o tren. Ailemle beraber olsaydım. Ah Tanrım bizi neden ayırdın!
Söyleyecek bir şey bulamamıştım. Ne söylenebilirdi ki? Elimi Kaptan’ın omzuna koyup sıvazladım.
– Hiç mi kimsen yok kaptan?
– Hiç…
– Fakat, nasıl olur? İnsanın hiç hiç kimsesi olmaz mı? Vardır illa ki birileri…
– Yoktur kızım… İnsan, yanında kimsesi olduğu zamanlarda bile yalnızdır aslında. Dünyaya tek gelir, tek gider. Hayat yolunda belki birileri eşlik eder fakat bütünüyle yalnızdır. Bir süreliğine birileri girer insanın hayatına, asla bırakmayacağına inandığı birileri. Göz açıp kapadığında hiçbiri yoktur. Birini Tanrı almıştır yanına, öteki terk etmiştir. Bir diğeri yanındayken bile seninle değildir. Anlıyor musun kızım? Kimsesizim, kimsesizsin… Fakat hiç değilse deniz, gökyüzü benim, değil mi yahu! Başka kimseye ihtiyacım yok işte. O yüzden girmiyorum insan içine. Kaybedebileceğim varlıklara yanaşmıyorum. Akşam olup herkes dağılınca gidiyorum evime. Küçücük bir evim var zaten. Duvarlarında ailemin fotoğrafları… Bir kanepem bir de yorganım var. Hepsi bu.
– Doğrusun kaptan. Şimdi ben gidiyorum. Yarın yine geleceğim yanına. Memnun oldum Metin Kaptan. Sonra görüşürüz…
Gülümseyip el salladı.
Kaptan’ın hikayesinden çok etkilenmiştim. Bu tür olaylar beni hep üzerdi fakat bu paramparça etmişti. Bir şeyler olmalıydı. Kaptan’ı biraz olsun mutlu edecek bir şeyler. Hayata bağlayacak bir şeyler. Kaybolan umudunu bir nebze geri getirecek bir şeyler.
Evime doğru yürürken hep bunları düşünmüştüm. Hatta o kadar düşüncelere dalmışım ki yürürken elimdeki kitabı yere düşürmüşüm. Eğilmiş kitabı alırken kendi kendime gülümsedim. Kaptan’a umut verecek şeyi bulmuştum. Kitap… Kitap insanları her türlü karanlık çukurdan kurtarırdı. Hayata bağlardı kitap. Kaptan’a kitap götürmeliydim. Bol bol kitap. Şiir kitapları, romanlar, öyküler… Hayatın güzelliklerini fark edecekti bu sayede. Dalgaların kıyıya vuruşu bile anlamlı gelecekti ona. Güneşin doğuşundaki huzurun, kitap kokusunun kutsallığının farkına varacaktı. Ona, tam da istediği gibi onu asla terk etmeyecek şeyler sunacaktım.
…
İşten çıkar çıkmaz iskeleye koştum. Nefes nefeseydim. Elimde birkaç kitap, sandalın yanına oturdum.
– Hayırdır Elif, bu ne heyecan?
– Sana… Sana kitap getirdim.
O kadar hızlı koşmuştum ki konuşmakta güçlük çekiyordum.
– Ne kitabı Elif? Ne diyorsun Allah aşkına. Bir soluklan önce.
– Kitap Kaptan. Lütfen kitap oku. Bak sana bunları getirdim.
Elimdeki iki şiir kitabını gösterdim ve devam ettim.
– Sen okudukça ben dahasını da getireceğim. Ama lütfen oku. Hani ben bırakmayacak varlıkları yanımda bulunduruyorum diyordun ya. İşte, sana kitap getirdim. Kitap dosttur, yalnızlığı alır. İnsanın içine umut yağmuru yağdırır.
Hiçbir şey söylemedi. Şaşkın ifadesinden sıyrılıp neşeyle gülümsedi. Gözlerinin içi gülüyordu. Kitapları aldı. Ben de bir şey söylemedim. İkimiz de gülümsüyorduk. Ayağa kalktım. “Hoşça kal… Kızım.” Dedi.
– Kaptan, “hoşça kal”ları sevmem. Sonra görüşürüz.
Dedim gülümseyerek ve büyük bir sevinçle evime döndüm.
…
Metin Kaptan kitap okumayı çok sevmişti. Neredeyse günde bir kitap bitiriyordu. Ben okuyordum, en beğendiklerimi ona götürüyordum. Hatta bazen onun hızına yetişemediğim bile oluyordu.
Tahmin ettiğim gibi, kitap ona iyi gelmişti. Yüzündeki umut güneşi günden güne daha da parlaklaşıyordu. Artık sürekli, gözlerinin kenarındaki kırışıklıklar fazlasıyla belli olacak şekilde gülümsüyordu. O mutlu oluyordu, ben mutlu oluyordum. Bazen beraber kitap okuduğumuz bile oluyordu. İşten çıkışta elimde kitaplar koşarak iskeleye gidiyordum. Çoktan çayı koymuş beni bekliyor oluyordu. Sandalda oturuyor saatlerce hiç konuşmadan kitap okuyorduk.
Bana balık tutmayı da öğretmişti.
Tam da yalnızlığıma bir ortak bulmuşken yine bir gün işten çıkmış aceleyle iskeleye koşuyordum. O gün çok heyecanlıydım çünkü bana yıllar önce yazdığı bir şiirini okuyacaktı.
İskeleye vardım. Sandalın her zaman bağlı olduğu yere gittim. Sandal oradaydı fakat… Kaptan yoktu. Hiç yapmadığı şeydi ama belki bir yere gitmiştir diye düşünerek beklemeye karar verdim. Oturmak için sandala geçiyordum ki ona verdiğim kitapların hepsinin orada olduğunu gördüm. Halbuki çoğunu evine götürdüğünü söylemişti. İçimi kaplayan korkuyla sandala göz gezdirirken kitaplardan ayrı duran kalın kaplı bir defter dikkatimi çekti. Ve üzerindeki not… “Şiiri sana kendim okuyamayacağım için üzgünüm. Görüşemeyeceğimizi biliyorum ama, sen üzülme diye: Sonra görüşürüz Elif!” Metin Kaptan gitmişti…