Kendini boğacağını bildiğinden herhalde, açılmaz/m insan.
Kendinden korkacak kadar ödlek ya da korkunç olabilir mi insan? Okyanuslar hep vardı, denizler, nehirler, çakıl taşları…
Ceplerime doldurduğum çakıl taşları bile benden evvel vardı. Sanki kıyıda köşede ben de vardım, benden evvel. Yoksa bunca güzde nasıl toplarım bunca çakıl taşını? Bu cepler dolmazdı yoksa, ağırlığı bahane etmezdim koşmamak için.
Sanki, benden evvel doğmuşum ben. Bir mevsime kilitlemişim kendimi. Sonbahara. Kış gelmiş sonra, kilitlediğim kapıları kırmış. Kızmışım, alıp başımı gitmişim uzaklara. Kaybolmuşum ben. Doğmadan evvel kayboluşum.
Doğumum peki? Bu kayboluşun sona ermesi, bir çift elin beni anne karnında alması, o girdaptan kurtarması mı? Yoksa Tanrı yeni kayboluşlar mı yarattı, yenilerinde mi unutmamı istiyor her şeyi.
Bunlar öyle güzel unutmalar değil, acıya razıyım, yeter ki bir şeyler hissedeyim! diye bağırtan unutmalar. Ama doğru ya, Tanrı’ya bağırılmaz…
Arada bulunduğumu sanıyorum. Koca kutunun içine uzanan elin, kendisini alacağını sanan bir oyuncak gibi. O el, beni hiç almıyor. Beklemiyorum artık almasını da. Ama o kutunun kapağı açılıyor ya hani, ışık giriyor az biraz içeriye… İnsan işte, dönüp bakıyor be. Işık güçlüyse kör oluyor. Karanlıkta kör olmak koyar mı adama? Koyuyor. Işık azsa eğer…