Susmuştu kız. Çok fazla konuşmuştu öyleyse çok fazla susacaktı da. Yorulmuştu koşmaktan öyleyse artık duracaktı. Çok sevmişti kalbi öyleyse artık söküp atmalıydı içinden, bu zehir daha fazla yayılmadan. Çok sarılmıştı birine hem de kollarını hissetmeyene kadar. Çok öpmüştü adamı, dudakları ateşten bir çarşaf gibi örtmüştü adamın dudaklarını. Ama artık buz kesmeliydi o dudaklar. Tıpkı soğuk tabancaya dokunan soğuk elleri gibi… Bir an bile düşünmedi tetiği çekerken. Ama öncesinde çok düşünmüştü. Tabanca mı yoksa bıçak mı diye. Parmaklarını bıçağın keskin kısmına değdirdi. Bıçak keskindi tıpkı adamın son sözleri kadar. O sözler kızın içini parçalamıştı o da intikamını bıçakla alacaktı öyleyse. Bıçak kadar bilenmişti kızın duyguları. Kararlıydı ama vazgeçti sonradan. Bıçağı seçerse ona yaklaşmak zorundaydı. Sonra bıçağın adamın derisine temas ettiğini hissedecekti. Bıçak olmazdı. Başka bir şey… Birden çekmece ilişti gözüne. Silah vardı çekmecede. Kara, işlemeli bir silah. Kendi silahıyla vurmalıydı adamı. Bu olabilecek en iyi fikirdi. Yavaş yavaş çekmeceyi açtı ve silahı aldı. İki kişilik yatakta tek başına uyuyan adama doğrulttu silahı, gözlerini sımsıkı kapattı ve tetiği çekti. Art arda altı kez bastı. Nefes almadan tam altı kez üst üste… Sonra silahı yatağın kendi yattığı kısmına bıraktı. Yatakta bembeyaz çarşafı kirleterek yayılan kırmızı kana baktı. Aşkın rengi kırmızı diyordu insanlar. Evet, aşkın rengi gerçekten kırmızıydı.
Adamın yüzüne baktı. Bakmayacaktı ama baktı. O yüzdeki son ifadeyi gördü. Çok belli olmasa da hafif bir şaşkınlık okunuyordu yüzünden. Uykuda gelen sinsi, ani, ölümün o hafif şaşkınlığı… Çok şey görmüştü kız bu pürüzsüz, esmer tenli yüzde. Gözyaşını, tutkuyu, acıyı, şehveti, kararsızlığı, karamsarlığı, sevinci, hüznü, umutsuzluğu ve aldatmanın verdiği yapmacıklığı görmüştü bu yüzde. En son ölümün şaşkınlığını gördü adamın yüzünde ve artık hep böyle hatırlayacaktı onu. Adını bile unutacaktı ama o ifadeyi unutmayacaktı.
Kız orada öylece dururken komşular silahın sesine geldiler. Kapıya sürekli vuruyorlardı. Kız sesleri duyuyordu ama aldırmıyordu. Zaten sonradan olacakları biliyordu. Özgürlüğünün son dakikalarını da ziyan etmeyecekti. Geleceğini beş para etmez bir adam için vermişti zaten. Odaya göz gezdirdi. Annesinin hediye ettiği aynaya, komodinin üstünde yarısı okunmuş kitabına, çok severek aldığı perdesine, çok iyi bir dinlenme yeri olan berjer koltuğa, gardırobuna, ışıltılı kolyelerine, tozlu su bardağına, alışverişten yeni almış olduğu henüz giyemediği kıyafetlere ve adam hariç odadaki diğer her şeye baktı, kimisine dokundu. Sonra komşular kapıyı kırdılar. O anda dış dünyaya geri döndü kız. Üzerinde gecelikleri, pijamaları uyku mahmuru olan tanıdık yüzleri gördü. Bir şeyler diyorlardı ama o anlayamıyordu. Beyni uyuşmuş gibiydi. Sonra anlayamadığı ama ne olduğunu bildiği sesler duydu. Ambulans sireni, cızırtılı polis telsizi… Sonraki her şey ağır çekimde gerçekleşti. Götürdüler onu. Mahkemede kendini savunmadı. O olaydan sonra gerekmedikçe konuşmadı. En güvendiği insan tarafından kandırılınca diğer insanlara artık güvenmiyordu.
Hapishanede beşinci yılıydı ama o bilmiyordu. Saymayı bırakmıştı artık. Elinden gelse yaşamayı da bırakırdı. Ama daha fazla günaha girmek istemiyordu. Aslında bir iki kere denemişti bir şeyler. Fakat vücudu kalbinden daha dayanıklı çıktı. O da kaderine razı geldi. Kendi elleriyle kirlettiği kaderine… Hiç pişman değildi yaptığına. Ama birisine hâlâ düşmandı.
Ah bir de her gece aynı kâbusu görmeseydi. Her şeyin bir karşılığı vardı tabii. O birisini geçici uykusundan uyandırıp ebedi uykuya yolcu etmişti. Şimdi de onun uykuları bölünüyordu. Her seferinde de kalbindeki ağrıyla uyanıyordu. Ebedi uykuya dalana kadar aynı kalp ağrısıyla hep aynı rüyayı gördü.
–Çarşaf kadar beyaz kefen, ceset kadar soğuk mezar taşları, kara silah gibi kara toprak, kan kırmızı kadar kırmızı bir gül…