Ölü balıklar kıyıya vurmuştu… İrili ufaklı ölü balıklar. İçmeye zorlandığım suyun içinde kıpırdayan ufak şeyler vardı ama berraktı su yine de… Kıpırdayan şeyler beyaz kıpırdıyordu… Bir bebek vardı, kız bebek… Hep tatlı olurlar bilirsin. Fotoğraf makinemin çeşitli şekil ve boyuttaki pilleri çantamın içine dökülmüştü. Mavi çantamın içine. Kız bebek en fazla üç aylıktı ve oturmayı bilmiyordu henüz. Poz verdiriyorduk ona manken gibi buna rağmen ve bu, işkence oluyordu bebeğe. Çünkü fotoğraf makinemin pilleri çantamın içine dökülmüştü ve bebek oturmayı bilmiyordu. Süreç uzuyordu. Bebek duramayacağı bir pozisyonda durmaya zorlanıyordu pespembe… Acı çekiyordu bebek. Bir çocuk… Öteki hiçbir çocuğun yapmak istemediği bir saygısızlığı yapmaya yelteniyordu bana… Bir çocuk işte, yedi-sekiz yaşlarında, şımarık belli ki… Ayakkabılarıyla basıyordu iman tahtamın üst… Ayakkabılarıyla basıyordu şımarık çocuk göğsümün tam ortasına sadece pisletmek için… Pisleniyordu iman tahtam ve ben bunu neden yaptığını soruyordum çocuğa; “Bütün bu çocukların yapmak istemediği şeyi sen neden yapmak istedin?” diyordum gayet sakin… Tek amacım bu yaptığının nedenini bilip anlamaktı çünkü, sakinliğim bundandı… Çocuk ancak o zaman anlıyordu yaptığının gereksiz bir yanlış olduğunu ve pişman oluyordu… Evet vardı gerekli yanlışlar da ve gereksiz bir yanlış yaparak öğrenmesi zorunlu olmuştu çocuğun bu bilgiyi… Vapur iskeleye yanaşıyordu… Yo yo, vapur değildi öteki gemiye yanaşan; vapurdan sürüyü kendine boşaltan bir platformdu, vapur kıyıya hiç yanaşmadı… Kanıyordum yine ben bundan önce. Evet, vapurun kıyıya yanaşamaması anından önceydi kanamanın başlama anı… Şakır şakırdı kanama. Şakır şakırdı ve uzun uzundu… Ben suya giremiyordum bu yüzden. Neden girmiyordum suya halbuki? Su kırmızı olurdu en fazla, başka da bir şey olmazdı… Suyun başına bundan daha kötü bir şey gelmezdi yani… Birkaç başka kız giriyordu suya mesela, bikiniliydiler sanırım yahut iç çamaşırlı. Evet, bikini dış çamaşırdır çünkü… Ama onların kanaması yoktu. Kızlar bikinili fotoğraf paylaşıp beğeni toplayacaklardı; ben bikinili yazı yazdığım için taşlanacaktım bir sonraki sahnede. Taşlar suda sekerek çarpacaktı bedenime. Bedenimde taş izi kalacaktı lacivert, koyu lacivert. Taşın izi kalacaktı evet ama beğeni iz bırakmayacaktı değdiği yerde… İz bırakmayan her şey gibi silinecekti günün birinde gülün izi. Su hala yeşile çalıyordu. Evet suyun rengi yeşile yakındı, maviye değil. Yüzeyinde saman parçaları vardı sanırım… Yoksa da olsundu zaten… Yeşile çalan suyun üst… Yeşile çalan suyun üzerinde sarı saman parçaları olsundu… Olsundu ve ben de girseydim suyun içine kanarken… Kanar iken ama aldanmazken. Bir de kırmızı dahil olurdu ortama o dakika en kötü… Yeşil su… Açmış olurdu böylece sarı ve kırmızı çiçek… Suya girmeliydim! Suya girmeliydim… Suya… Girmeliy… Yazmasaydım ölecektim. Çünkü zaten çıldırmıştım. Görmüyordun onları. Görmüyordun beklentilerimi. Sıfırladım ben de hepsini. Beklentilerimi sıfırladım hafiflemek için. Bir şemsiye kadar hafifleyebildim ancak. Büyümeni benden uzakta tamamlaman gerekiyordu, beni izleyerek ya da izlemeyerek ama hep sen bilerek ne yapacağını. Çünkü yanında olsam seni büyütmek için… Nankörlük yapardın bana. Nankörlük yapar ve kırardın bütün kemiklerimi. Burnumu bile kırardın. Suya girmeliydim. Açık bir şemsiye gibi girmeliydim suya… Batmazdım o zaman. Batmazdım ve giderdim İtalya’ya su yoluyla… Tüm Akdeniz kırmızı… Tüm Akdeniz çiçek açmış kırmızı.