-Çocukları uyandır ben duştan çıkana kadar ancak hazırlanırlar.
-Tamam hanımım hemen.
Zengin bebeleri olunca… Çayları bardağa dökülüp, ekmekleri kızarmayınca çökmezler yemeğin başına, hele hanım her gün o iki tel saçını yıkamasa… Ya benim yavrularım, gözlerini açtıklarını görmeden hadi uyanın demeden… Zeynep de olmasa, kim bakar gözetirdi bebelerimi hoş oda bebe sayılır; okumaya pek hevesliydi okutamadım hocası ne de sever överdi pek akıllı derdi de ne yapayım her şeyin başı para. Yoksa ben istemez miydim Zeynep’imin başını okşayıp okula yolculamayı!
Paranın gözü kör değil ki yolu bulamayıp bize uğrasın.
-Ufuk Hande haydin çocuklar ananız şey anneniz çabuk hazırlansınlar dedi.
Bir Pazar günleri bebelerimin yüzlerine uzunca bakıp öperek uyandırırım, haftalıklardan artırabilmişsem bir de sucuklu yumurta yaptım mı değmeyin keyiflerine. Hanımın çocukları sucuk, pastırma yemezler terleri kokarmış, salam mıdır sosis midir tek yedikleri o. İyi ki o gün hanım “gelme tatil günümüzde çocuklarla baş başa kalacağız” derde ben de şehrin öteki ucundan kalkıp düşmeme yollara.
Adam öyle erken ölmeyeydi.
-Müzeyyen daha oturtmamışsın çocukları hazır değiller mi, bende çocuklarla çıkacağım bugün, sabahın körüne toplantı koymuşlar hiç düşündükleri yok ki, arabayı da servise vereceğim, çıkışta da dip boyam için kuaföre off çekilmez oldu bu hayat.
-Yok hanımım her bi’şey hazır ben öylesine sizi beklerken bakındıydım camdan. Doğru hanımım Allah kolaylık versin senin işin de pek bir zor…
-Hadi dök çayları Müzeyyen yorum yapmayı kes. Ha bu arada şu kapıcının hanımı öyle canı sıkıldıkça gelip durmasın, hanımım kızıyor işler aksıyor falan de ben kocasına rast gelsem bükeceğim kulağını da bu ne yüzsüzlük canım mesai başında muhabbet olacak şey mi? Çok sevdiyseniz birbirinizi çıkışta uğrarsın kahvesini içersin anladın mı Müzeyyen?
-He tamam anladım hanımım.
İki senedir git gel mesainin iş demek olduğunu öğrendim artık. İyide iş dışında nasıl görüşecekmişiz onu anlamadım; sabah mahallenin horozuyla düşerim yola, akşamda güneşin denize düşmesiyle. İki buçuk saatte anca varırım eve oda köprü trafiğine takılmazsa otobüs.
-Biz çıkıyoruz Müzeyyen akşama dediğim yemekleri yaparsın bir de Hande nin arkadaşı gelecekmiş okul çıkışında onlara da kek kurabiye bir şeyler hazırlarsın. Artık yarın görüşürüz.
-Yaparım hanımım.
Keşke mümkün olsa da görüşmesek yani görüşsek de öylesine, arkadaşlarıyla buluştuğu röstöron mu ne orada. Ama ben kim oralarda buluşmak kim?
Onun beyi de ölmüş benimki de, kaderimiz aynı ama yaşantımız… O keyfine çalışır, çalışmasa da bir sürü yerden kira gelirleri var; evler, dükkanlar, bir de benim her sabah bindiğimden, dolmuşumu nesi varmış ondanda geliri var, akşam dönerken otobüs daha rahat diye ona binerim hem bizim alt sokaktan geçer akşamın geç saatinde iyi olur otobüs, hoş buradan durak uzak ama olsun evime yakın olsun diye…
Bir emeklim olaydı bari. Bağlanacak dediler iki yıl bekler dururum bir ümit. Adam öldüğünde elime birkaç kuruş sıkıştırdıydı patronu olacak, tamzimat mı ne onu aldım da buralara ekmeğimin peşine öyle geldim. Zonguldak da mümkün değildi kalmamız zaten.
Anam dediydi kızım yapma etme sevgi karın doyurmaz diye, laf anlayan kim o vakit.
“Olsun be ana Kemal gözümün içine baksın yeter” dediydim de, kaçıp evlendiğimin üçüncü yılında gözümü çıkardıydı neredeyse.
Olsun be yine de iyi adamdı, döver kızardı ama başımızdaydı, koruyup kollardı bizi.
Geçen kapıcının karısı anlattıydı, bizim hanımı kocası pek severmiş, dünya alem bilirmiş, Bey karım dermişte… Önce yalandır olur mu hiç kavgasız, sözsüz diye çıkıştım da kapıcının karısı “olur tabii adamın para derdi mi vardı, canı sıkılınca karısının tepesine çıksın” deyince inandım da…
Zengin adam niye kanserden ölsün, yediği önünde yemediği ardında, bir bunu aklım almadı.
Benim adam yaşasaydı o kanserden ölürdü.
Yerin altında kazınır dururdu, gün yüzü mü gördüğü vardı? Eve geldiği günlerde üzerinde ki kömür karası elbiselerini çıkarırdım, güzelce yuğup yıkar paklardım da öyle sakız gibi çarşaflarda uyutur dinlendirirdim ki hasta olup ekmek derdinden geri kalmasın.
Hoş dayak atması da yorgun zamanlarında, ne dediğimi bilmediğimden başıma gelirdi ya!
O günde huzursuzmuş nerden bileyim, yorgunluğunu bilirdim derdi de sıkıntısını demezdi ben de korkumdan soramazdım.
Mahallede bir koşuşturmaca, bağırtılarda cabası. Kafamı uzatıp bakayım dedim, ortanca kız elini çamaşır kazanının içine sokmaz mı, onun telaşıyla ben dışarıyı unuttum.
Kemal çıktı geldi, şaşırdım iki güne… Kalktım suyu ısıttım, çıkardım üzerindekileri yıkadım Kemalimi, yemek istemedi yatağa girdi. Kız huzursuzlandı elim diye, bende sesleniverdim “Mahir amcalara gideyim de yanık merhemi alayım evdeki bitti” bilemedim anlamadım adam yattığı yerden fırlayıp vurdu ha vurdu. Korktum, hayıflandım, mutfağın sövesine çöktüm sessiz ağladım, ağlarken sesim çıkarsa ona daha bir kızardı… Baktım tepemde dikelmiş eli de omuzumda “ Müzeyyen sen bakma benim eşekliğime, bugün göçük oldu zor bela çıktık, sen duymadın mı, Mahir amca da” sözünü tamamlayamadan çöktü yanıma ağladı. O gün çok acıdım, kendi acımı unuttum kalktım sarıldım boynuna.
Sonraki günlerde dövse de sövse de hiç küsmedim, yine yıkadım yine doyurdum Kemalimi!
Zaten arası dokuz ay geçmedi, haberi geldiydi, göçük altında kalmışlar.
Dört koca gün, dört bitmez koca gece bekledik, ağladık altı arkadaşıyla beraber ölüsü çıktı.
Dediklerine göre ciğerleri toprak dolmuş.
Yaşayaydı kanserden ölürdü, daha mı az acırdı canı?
Yine ölürdü yine yalnız…