Her yerde mutlu olmanın yolu olan pozitif düşünmeyi okuyorum. Belki doğrudur çoğu kişi için, bilemiyorum. Ama ben nedense yapamıyorum. Nasıl oluyor bu pozitiflik bir anlasam. Yahu insanım ben, 1,5 voltluk pil değilim ki pozitif tarafımı dönüvereyim. “Sen hayata güzel bakarsan, güzel görürsün” var bir de. Ben bizim amire gayet güzel bakıyorum mesela, ama adam hala sinirin teki. Alış verişe gidiyorum, insanların ne kadar saygısız olduğunu görüyorum. İyi davransam kendimi enayi gibi hissediyorum, ben de çirkefleşirsem onlar gibi, niye böyle yaptım diye içim içimi yiyor. Eve dönmek için yola çıkıyorum. Adamın teki arabayı üstüme sürüyor, kazadan kıl payı kurtuluyorum. Akşam eve varınca “her şeyin başı sağlık” deyip koltuğa çöküyorum. Doğru, her şeyin başı sağlık da; bu şükretmek, mutluluk değil ki.
Bir ara bir kitap meşhur olmuştu; “Ferrari’sini Satan Bilge”. Ya iyi güzel, felsefe anlatmış, işte her şeyi bırakmış gitmiş falan da kardeşim; benim Ferrari alacak param olsa zaten o nefret ettiğim iş yerinde çalışmak zorunda kalmam, hiçbir vasfı olmadığı halde torpille koltuk sahibi olup ahkam kesenleri çekmem, ev sahibiyle uğraşmam, sinema bile olmayan bir ilçede oturmam, tatile gitmek için iki ay önceden izin almaya çalışmak zorunda kalmam, hastaneye giderken acaba ücreti ne kadar diye düşünmem, yani beni mutsuz eden şeylerin hiçbiri hayatımda olmaz zaten. Niye kalkıp Hindistan’a gideyim? Giderim deniz kıyısında güzel bir yere, denize girerim, gezer dolaşırım. Diyelim ki bir süre sonra bundan sıkıldım, çeker giderim dünyayı gezerim. Kurslara yazılırım, kendimi geliştiririm, sivil toplum kuruluşlarına katılırım. O kadar parayla bunları yapmayı akıl edememişsen ben ne yapayım?
Şimdi diyeceksiniz ki, para mutluluk getirmez. Doğru para her zaman mutluluk getirmez. Ama parasızlık mutluluğu götürür. Daha doğrusu para kazanmak için yapmak zorunda kaldığımız işler alır mutluluğumuzu elimizden. Kaç kişi yaptığı işi seviyor ki şu memlekette? Para için katlanıyoruz işte. İş yerinde normalde selam bile vermek istemeyeceğimiz insanlarla beraber vakit geçirmek zorunda kalıyoruz. İçimizden patrona ya da yan yana çalıştığımız insanlara neler söylemek geliyor ama tutuyoruz kendimizi mecburen. Kaç kere aklımdan “Param olsa bir dakika burada çalışmam.” diye geçirdim bilmiyorum.
Bazen haberler okuruz, “azıcık parayla dünyayı geziyor”, “her şeyi bıraktı ve hayatını yaşamaya başladı” “karavanda yaşıyor”, “kendi meyvesini sebzesini kendisi yetiştiriyor, doğal hayatı tercih etti”. Fotoğraflarına bakınca insan çok imreniyor. Bir de güzel rengarenk fotoğrafları koyuyorlar o haberlere hep. Ama biraz gerçekçi olalım. O iş o kadar kolay değil. O şekilde yaşamak da çoğumuzun hayali değil. Ormanın içindeki fotoğraflar güzel görünüyor olabilir. Hani yeşillik, ağaç falan… Ama o sıcakta banyo yok, musluk yok, daha da önemlisi tuvalet yok. Kaçımız evimizin rahatını bırakıp öyle bir yaşamı tercih edebiliriz ki? Ya da dağ başında bir evde yaşamak . Temiz hava, bol güneş, şehrin stresinden uzak. Evet, bu da kulağa çok güzel geliyor. Bu hayalde de benim aklıma gelen ilk şey, acil bir şey olsa hastaneye nasıl gideceğim oluyor. Sonra bunun alış verişi var daha. Her şeyi bahçede yetiştirecek halimiz yok. Kış gelince ısınma sorunu da cabası. Karlı bir yer olursa yollar da kapanır. Nasıl yaşayayım ben öyle?
Yani ne gidebiliyoruz, ne de kalabiliyoruz bu durumda. Böyle; filmlerde olur ya, bubi tuzakları hani tapınaklarda. Duvarlar iki taraftan üstüne doğru gelmeye başlar insanların. Hep son anda onu durduracak bir şey bulurlar. İşte hepimiz o durduracak şeyi arıyoruz bence. Ararken de istemediğimiz halde yaptığımız ve bizi mutsuz eden şeyler arasında ezilmemek için dua ediyoruz. Oysa hayat bunlarla uğraşmak için çok kısa değil mi? O zaman bir şeyler yapmalıyız. Ama bu öyle Polyannacılık oynamakla olmaz bence. Hem zaten hayata Polyanna gibi bakabilme yeteneğim olsa, bu kadar mutsuz hissetmem ki kendimi.
Geçenlerde mutlu olduğum, ama gerçekten mutlu olduğum en son zamanı düşündüm. Hani böyle mutluluktan kalbimi hızlandıracak, karnımın içinde bir şeyler varmış gibi hissettirecek kadar mutlu. Hatırlayamadım. Çocukken olsa gerek. “Evet, bu olmalı.” dedim sonra kendime. Çocuk olmak, çocuk kalmak, çocukluğa dönmek . Neden çocukluktaki mutluluk bu kadar gerçek? Çünkü saf, hesapsız kitapsız. Menfaat kelimesini düşünmeye başlamamışsındır daha. Bir yandan mutlu olacak bir şey yaşarken, kafanın diğer köşesinde davranışlarını planlamazsın çocukken. Ama büyüyünce insan en yakınlarına bile planlı, “Bunu şöyle yapayım da, sonra böyle demesin.” diye düşünerek davranışlarını belirliyor. Evlenen insanlara verilen tavsiyelere bakın mesela. “İlk zamandan şöyle şöyle yap, yoksa sonra böyle böyle olur” , “Bunu şöyle söyle ki dediğini kabul ettirebilesin” vs… Hepsi sonrasını planlayarak yapılan hareketler. Üstelik bundan sonra en yakınında duracak insana karşı. Doğrudur, yanlıştır bilmem ama insanı yoruyor. İçinden geldiği gibi davranmayı engelliyor. Farkında olmadan da hep bir şeyleri bastırıyoruz içimizde bu yüzden galiba. O bastırdıklarımız da biz unuttuğumuzu sansak bile bir köşeden bize hep göz kırpıyor.
Bütün bunlara çözüm olacak bir şey var mı bilmiyorum. Ben henüz bulamadım. Ama en azından aramaya başladım. Bulmak için önce aramak lazım değil mi? Benim gibi karamsar bir insan bile hala bunu arıyorsa belki bir umut vardır. Kim bilir ?