… Seneler geçmiş olsa da hala bende taze kalan duygular. Hayaller ve yarım kalınmışlıklar. Gerçekleştiremediklerimiz ve öylece bıraktıklarımız. Tam olarak bugünün tarihi ile beşinci seneyi geride bırakmış bulunmaktayız. Kimimize göre kısa bir zaman dilimi olsa da her günü ve saati geçmek bilmeyen zamanlardı benim için. Aslında insanların unutmak istemedikleri olaylar hayatlarındaki unutamayacaklarının da temellerini atarlar bir yerde. Eğer ki gerçekten çok istiyorsak unutmamayı hayatımız boyunca yaşatmak isteriz o anı ve anları. Belki bir yerde hayat devam ediyor lafı geçerli olsa da, başkalarına anlatamazsın aslında bitkisel bir hayattan farksız bir durumda olduğunu. Burada bir parantez açma gereği duydum. Bu konuda Camus’un sözlerine katılamıyorum. Ölümle sonuçlanan yaşamı saçma buluyordu Camus. Ama yaşam ölümle bitiyor diye yüreğimizi, gözümüzü kapamamızı söyler. Bense tam tersini düşünüyorum. Anlatmak ya da sezdirmekte istemezsin zaten. Daha çok içine kapanırsın. Ama bu kötü bir durum değil. O olayı böylece içinde daha çok yaşatır, kafa yorarsın. Hüzünlensen de bu seni mutlu eder bir yerde. Unutamamak ne kadar acı ise, hatıraları canlı tutmak da o derece mutlu eder seni. Sadece gözünün önüne getirmeyi kast etmiyorum. Aklından bir an bile çıkarmamak aranan kelimeler olsa gerek. Her ne kadar şuan herkesin de tabir edeceği gibi “bu hayatta” olamasan da, benim oluşturmuş olduğum hayatta hala varsın. Eee hayat devam ediyor demiştik..
Öyle filmlerdeki gibi pembe panjurlu bir hayat hayal etmemiştik. Çokta mütevazı davranıp bir göz odalı hayat da değildi planla(yama)dığımız hayat. Beraber hayata karşı göğüs gerip, çalışıp çabalayıp kendimize göre bir hayattı tasarladığımız. Ama bunun içerisinde olmazsa olmazlarımız vardı tabi. İkimiz de denizi çok severdik. Mutlaka olmalıydı yaşadığımız kentte bir deniz. Çok matah bir görünümü olmasına da gerek yoktu hani. Karşısına geçip seyre dalabileceğimiz küçük bir koy da yeterdi bize aslında. Büyük bir kente de gerek yoktu. İhtiyaçlarımızı karşılayabilecek küçük bir kente de razıydık. Sorun değildi gidip gelebilirdik merkeze. Sessiz sakin bir ortam da vazgeçilmez unsurlarımız arasındaydı. Kafa dinlemeyi ve doğanın o içine çeken durgunluğa aşıktık ikimiz de. Şehrin ücra köşelerinde ahşap bir ev, ama içinde şömine de olmalıydı. Karanlığa karşı inadına aydınlatmaya çalışan ateşin varlığını da severdik. Karşısında iki sallanan sandalye ve çayımızı yudumlayıp sıcak sohbetleri hayal ettik hep. Küçük ve biz bize bir hayat.
Gün içerisindeki planlarımızı da yapardık çoğu beraber olduğumuz zamanlarda. İkimiz de çalışacaktık. Beraber göğüs gerecektik inadına bu hayata. Sen uykuyu severdin, dolayısıyla geç uyanırdın. Bense tam tersi. Tek ayrılan noktamız da buydu. O yüzden sabah kahvaltısını ben hazırlayacaktım. Birde senin geç kalkıp hazırlanama ikimiz de karşıydık. Kural bir, evden güzel bir kahvaltı yapmadan çıkmak yasak. Ekmeklerin kızarmış kokusu uyandıracaktı seni. Ya da benim artık uyanman için çay bardağına kaşıkla vuruşlarım. Eğer zamanımız daha varsa kahvaltıyı bitirdikten sonra hemen toplama kararı almıştık ama sen “Ne gerek var işten dönünce de toplayabiliriz, değil mi Umut?” derdin. Bu konuda benim ısrarım daha baskındı. O masa toplanmadan çıkılmayacaktı evden. İkimiz de çalışıyorduk. E haliyle ev işlerini halletmek gerekti. Öyle geleneksel Türk erkeği motifi yoktu bende. İşten geldikten sonra, tv’nin karşısına geçmiş üçlü koltukta akşam yemeğini bekleyen tiplerden olmayacaktım. Yemek bittikten sonra “ellerine sağlık karıcım” deyip kürdanı ağzıma alıp, göbeğe de iki vurup rahat pijamalarla tekrar tv’nin karşısına geçen tiplerden hele hiç değil. Sana bu kadar değer verip, bütün ev işlerini nasıl senin üzerine yığabilirdim ki? Ha bu muydu sevmek? İnsan sevdiğine, değer verdiğine böyle davranmamalı kesinlikle. Hem çalışıp hem tüm işleri bir kadının yapması. Ne kadar bencilce bir düşünce. Sanki kadınların bir gününün 24 değil de 36 saat ve hepsine dayanabilecek gücü ve zihniyeti varmış gibi davranmak. Kadın erkek hayatta duruşları itibariyle eşittir, anlayışıyla yola çıkacaktık. Benim düşüncelerimin arasında en sevdiklerindi bunlar. Ev işlerini beraber yapacaktık. Ama ben doğayı daha çok sevdiğim için bahçe işlerini ben üstlenmiştim. Doğal sebze tüketmeyi severdik. Sağlığımız önemliydi çünkü. İçki ve sigarayla aramız yoktu. İşten yorgun argın gelmiş bir halde -çok Fransız kaçabilir belki ama- yorgunluğu atmak ve yemeğe hazırlık olsun diye bir kadeh şarap içilebilirdi. Günümüzün nasıl geçtiğini konuşurduk o anda da. Çok mu bir şey istemiştik hayata karşı? Kimsemiz yoktu ikimizinde. Kaderin bizi karşılaştırmasına ne kadar çok sevinmiştik. Bu derece benzer özelliklerimizin olması, birbirimize kısa sürede alışıp birlikte olmamız. Birbirimize sımsıkı tutunuşumuz. Her zaman, her zorluğa karşı birbirimize söz verişlerimizi düşündükçe içim parçalanıyor. Senin beni elinde olmayan durum yüzünden bırakışına değil bu isyanım..
Hastalığın ise bundan yedi öncesine dayanıyor yaklaşık olarak. Sağlığımıza dikkat etmemize rağmen İkimiz de çok ciddiye almamıştık başlarda. Son dönemlerdeki iştahsızlık ve kilo kaybın bizi endişelendirmeye başlamıştı. Aslında ikimizin de hastane ortamını sevmediği için geç kalmamızın nedeni olabilir. Ama doktorun da söylediğine göre akciğer kanseri kendisini belli etmeyen bir hastalıkmış. Küçük şikayetlerle gitmek saçma gelmişti o zamanlar bize. Doktorun söylediği o kelimler hala aynı şekilde çınlıyor kulaklarımda. “Bir an önce tedaviye başlamalıyız. Zira hastalık ciğerlerinizin tüm hücrelerine nüfuz etmiş durumda.” İnsanın hayatında kaç kez çaresiz kaldığı durumlar olur? Kaynar sular boşalmıştı sanki başımdan aşağı. Zaman mı durmuştu o an? Bir süre kendime gelememiştim. Gözlerimi açtığımda odanın birinde yatıyor ve serum takılıydı. Sense başımın ucunda ki koltukta oturuyordun. Tam tersi olması gerekiyordu durumun. Bencilliği bırakıp toparlanmam pek bir zaman almadı. Hazırlıklara tez elden başlanmalıydı. Hastane ortamlarından nefret eden ben, burasının evim olacağını nereden bilebilirdim ki. Zaman hızla geçiyor, tedavin ise bir sonuç vermiyordu. Bir yandan işe gidiyordum ben, para lazımdı tedavinde. İşin dışında hep yanındaydım. Daha kötüye gittiğinde durumun, zar zor izin aldığım işimden istifamı da vermiştim. Ellerini tuttuğum anda keşke sana daha fazla güç verebilseydim. Elimden hiçbir şey gelmemesi beni çıldırtıyordu. Öylece seni sulu gözlerle seyretmekten başka bir şey yapamıyordum. Elimden kayıp gitmeni izlemek ne kadar acıydı. Artık ağlayamıyordum. Göz yaşlarımı görmen seni de olumsuz etkiliyordu. Kaç gece sen uyurken kapının yanına çıkıp hıçkırıklarımı ve göz yaşlarımı içime atarak ağladım. Zaman daralıyordu. Hastalığın farklı bir boyuta varmıştı. Anlayamadığım sebeplerden cihazların ötmeye başlamıştı. Doktorun yüzündeki umutsuz ifade, hastalığında başka bir sorun olduğunu anlamam uzun sürmedi. Apar topar götürdüler seni. Ellerini ellerimden aldılar. Ben yine çaresiz. Uykusuz ve göz yaşlarımın pınarları solmuş halde saatlerce haber bekledim hastanenin soğuk taşlarında oturmuş vaziyette. Nihayet doktor çıkmıştı içeriden. Bir heyecanla koşturup geldim ve dikildim doktorun karşısına. Umut veren cümlelerini beklerken ben, “Biz elimizden gelen her şeyi yaptık. Çok üzgünüz başınız sağ olsun.” Diyebildi sadece. Benim kadar üzgün olamazdınız. Benim kadar üzgün olamazdınız… Senin umudun olamamıştım, şu kısacık hayatta..