Verilen sakinleştirici ne kadar güçlüydü bilemiyorum ama uyandığımda kendimi üzerinde yattığım eski hastane yatağının bir parçası gibi hissediyordum. Terden çarşafa yapışan bedenim vıcık vıcıktı. Boğazım hala acıyor, başım ağrıyordu.Kolumdaki iğne ve serum izleri morarmaya başlamıştı. Bir süre sessizce yatakta oturup kendime gelmeye çalışmıştım. Doya doya, huzurla ağladım. Hala kulaklarımla duymadığım bir gerçeği kabul ettirmeye çalışıyordum kendime. Hissettiğim şeyin ne olduğunu anlamaya çalışıyordum.
Bacaklarımı yataktan sarkıtıp ayağa kalktım. Önce boş odanın içini izledim kısa bir süre. Benden başka hiç kimse yoktu içeride. Benim yatağımın dışında beş yatak daha vardı odada. Üçü yan yana karşımda dizilmişti, diğer ikisi de benim yattığım yatağın yanındaydılar. Pencereden içeriye giren ışık sağımdaki yatağın üzerine vurup çıplak ayaklarımı yere koyduğum yerde bitiyordu. Ayaklarım üşümüştü. Yerde duran plastik beyaz terlikleri ayağıma geçirip banyoya gittim. Işığı yakıp bozuk lambadan gelen cızırtılı sesi duymamaya çalışarak elimi yüzümü yıkadım. Parmaklarımı akan suyun altında gezdirdim. Sonrada aynanın sol tarafındaki kağıt havludan birkaç yaprak koparıp yüzümü sildim.
Banyonun kapısında dikilmiş boş odaya bakarken Salih amca girdi içeriye. Salih amca bizim ev sahibimiz aynı zamanda da kapı komşumuzdu. Elinde bir şişe su ve birkaç atıştırmalık kek, bisküvi tarzı şeylerin olduğu bir poşetle girmişti odaya. Elindekileri yatağımın başındaki masaya bırakıp koluma girdi. İstemedim. Kendi başıma ayakta kalabilirdim ben. Önce boş odaya baktım bir süre daha. Daha sonra Salih amcayla göz göze geldik. Ne diyeceğini bilemeden çaresizce bana bakıyordu.
“Gel otur şöyle” dedikten sonra koluma girmesine izin verdim. Beni kendi yatağıma oturtup kendide karşımdaki yatağa oturdu. Yapmak zorunda hissettiği bir konuşmaya hazırlıyordu kendini. Birkaç saniye ne diyeceğini bilemeyip boş boş suratıma baktıktan sonra biraz önce getirdiği abur cubur poşeti yetişti imdadına.”Bak ne getirdim” dedi.”İç şundan azıcık. Şunlardan da ye önce bir.” Poşetteki keklerden birini açıp uzattı. Almadım. Bir şey yemek istemiyordum zaten. Öylece durmuş arkasındaki pencereye bakıyordum Salih amcanın. Işığın hemen önünde duruyordu ama farkında değildi. Biraz önce yatağın üzerine vuran ışık, artık karanlıkta bir gölge şeklinde bırakacak şekilde onun sırtına vuruyordu. Karşımda bir ışık perdesi içinde karanlıkta duran bir adam vardı. Uzattığı keki almayacağımı anlayınca poşete geri koydu. Elindeki suyun kapağını açıp uzattı bu sefer.”Bari şundan iç bir yudum” dedi. İçtim.
Su şişesini elimde tutarak karanlıkta kalan gözlerini görmeye çalıştım Salih amcanın.”Babam nerede?” dedim. Sustu.
Babam kötü bir adam sayılmazdı. Gerçi iyi bir insanda sayılmazdı ama yinede bu koskoca evrende küçük de olsa bir yer kapladığını biliyordu bence. Kendi halinde, kendi boş vermişliğinin zincirleriyle yaşayan bir zavallıydı benim babam. Bunu onu kötülemek yada rencide etmek için söylemiyorum, gerçekten öyleydi. Hayatı boyunca başarılı olamamış, çocukken başı okşanıp sevilmemiş, doğru ve yanlışı hala ayırt etmekte güçlük çeken yada işine geldiği için öyle davranmayı seçen, elli beş yaşında, işsiz, hafif göbekli, çok güzel yeşil gözlü, düne kadar sesini bile unuttuğum bir zavallıydı benim babam. İşsiz dediysem bir işi vardı elbette, ama o bunu ciddiye alacak kadar mantıklı düşünemiyordu o kadar. Garip bir adamdı benim babam. Korkaktı, güçsüzdü ve tüm yaşamını bundan kaçarak geçirmişti.
Bir Zehra annem vardı. Dünyalar tatlısı bir kadındı. Öz annem değildi Zehra annem ama ben öz annem gibi seviyordum onu. İlk yedi yaşımda görmüştüm onu ve görür görmezde anne demiştim. Hiç zorlanmamıştım çok iyi hatırlıyorum. Babam düne kadar oturduğumuz evin kapısından Zehra annemle içeri girdiğinde “Bak” demişti, hiç oğlum demezdi bana, “Bu kadına artık senin annen. Hep soruyordun ya, işte bak artık burada.” Sonrada Zehra annemle bizi baş başa bırakıp içeri salona gitmişti. Birbirimize ürkerek bakmıştık dakikalarca. O dış kapının kenarında göz ucuyla ilk adımını attığı yeni hayatını seyrederken bende odamın kapısına sinmiş ona bakıyordum ne diyeceğimi bilmeden. Sonra birden gülümsemiştim ona bakıp. Önce şaşırmış sonra oda gülümsemişti bana. Yanına gidip sağ bacağına sarılmış ve kafamı kaldırıp gözlerine bakarak “Anne” demiştim. “An-ne.” Demek böyle oluyormuş diye geçirmiştim içimden. Demek böyle bir şeydi kanlı canlı birine “Anne” demek, diyebilmek.
Salih amca ayağa kalkıp yanıma oturdu. Sağ elini omzuma koydu ve “Mezarlıkta oğlum” dedi. Aniden gözümün ucuna kadar gelen göz yaşlarımı içime çekip sordum.”Ne zamandır orada?” Ama sesimin titremesine engel olamamıştım. Önce gülümsedi Salih amca, sonra omzumu hafifçe sıktı. “Sabahtan beri” dedi. O sıra fark ettim Salih amcanın paçalarındaki çamur izlerini de. Oda oradan geliyordu. “Zehra annemde mi orada” dedim.
İlk annemdi Zehra annem benim. İlk güldürdüğüm kadındı, ilk ısındığım, ilk sığındığım kadındı. Omzunda ilk ağladığım, beni alnımdan daha önce hissetmediğim bir sıcaklık ile öpen ilk ve tek kadındı Zehra annem. Ben seviyorum diye köftenin yanına patates püresi yapan, küveti doldurup içini köpürten, tırnaklarımı keserken sırf ben korkuyorum diye her seferinde bütün parmaklarımı tek tek öpen, saçlarımı hiçbir zaman üç numaraya vurdurtmayan, babamdan gizli yedek ikinci bir okul önlüğü alan, sırf ben seviyorum diye haftada bir ıspanaklı börek yapan, ve ben sevmiyorum diye katiyen barbunya pişirmeyen, sadece birkaç tane bilmesine rağmen geceleri bana masal anlatan, ama o anlattığı masalları bile öylesine özel, öylesine bana özgü kılan, beni bir yük olarak değil de sığındığı bir kale gibi gören kadındı Zehra annem. Zehra annem, Zehra annemdi işte. Ve dün öğlen 13.08 sularında ölmüştü.
“Bak oğlum” dedi.”Baban beni gönderdi buraya. Zaten o göndermese de ben gelecektim ya neyse. Dün bir fena olmuşsun, kolay değil. Bende genç kaybettim anacığımı. Bu doktorların verdikleri ilaçlarda uyutuyor seni dünden beri. Gelmeden önce konuştum doktorunla ama, şimdi gelip son kez bakacaklar sana sonrada çıkıp evimize gideceğiz tamam mı? Bak oğlum, beni de bir ağabeyin, bir amcan bil. Baban fazla uzasın istemedi bizde bir şey diyemedik. Sabah vazifemizi yaptık, helalliğimizi verdik, uğurladık Zehra hanımı. Allah taksiratını affetsin. Melek gibi kadındı ona şüphe yok. Mekanı öteki dünyada da cennet olmuştur inşallah. Nur içinde yatsın. Sana açık konuşacağım oğlum. Baban gitti. Oda daraldı tabi, içi sıkıldı kolay değil. Zehra hanımın durumu yeni bir şey değil. Kaç aydır çekiyordu kadıncağız. Ben şimdi seni alıp bize götüreceğim. Ayla yengende bekliyor zaten. Sonrada gidip bulacağım babanı geri getireceğim söz. Ben bilirim nerededir ne yapar sen merak etme.”
Hemen hemen dediği gibide oldu Salih amcanın. O gün meslek hayatının monoton rutininden sıkılıp saçları daha genç olmasına rağmen dökülmeye başlayan doktorumuza görünüp hastaneden çıkmıştık.Eve vardığımızda biraz müsaade isteyip Salih amcalara değil de kendi evimize gitmiştim.Kaçmak istemiştim aslında. Sığınmak, biraz olsun nefes almak istemiştim. Öfkemde hüznümde çok büyüktü çünkü. O kadar yeni, o kadar tazeydi ki her şey, bir an unutuyormuş gibi olup rahatlasam da ufacık bir saniyede daha da katlanıp büyüyordu.
Yemek hazırlamıştı Ayla yenge, o yüzden Salih amca hemen gel demişti, fazla durma. “Tamam” diyerek içeri girdim. Öyle kısa süreli beklemeler, derin derin nefes alıp vermeler olmadan, anahtarı deliğe taktım, kapıyı açtım ve içeriye girdim.Sanki hiçbir şey olmamış gibiydi. Bu kapıdan içeri girince her şey düzelecekmiş gibi geldi ama o da sadece bir an. Her şey yerli yerindeydi işte. Hiçbir şey değişmemişti ki? Zehra annemin ilaçlarının kokusu bile duruyordu hala. Öyle miydi gerçekten? Hiçbir şey değişmemiş miydi? O zaman niye böyle hissediyordum? Niye kendimi bu kapıdan içeri girince içimdeki o karanlık boşluğu dışarıda bırakacağıma inandırmıştım? Neden yapılacak en doğru şeyin bu olduğunu düşünmüştüm o zaman? Hayır, hiçbir şey aynı falan değildi, sadece öyle gözüküyordu hepsi bu. Buz gibiydi, soğuktu, renksizdi, ruhsuzdu, bitkindi, yorgundu.
Hiç hüzün çöker mi bir eve? Çöker işte, çöküyor. İnsanın başka kimsesi olmayınca evine çöküyor hüzün. Eşyalarına çöküyor, yatağına çöküyor, her gün defalarca önünden geçtiği halde dikkat etmediği duvardaki çatlaklarına bile hüzün çöküyor insanın. İnsan özlemeye başlayınca öyle bir çöküyor ki hüzün ruhunda yer kalmıyor, etrafında ona yakın ne varsa ona çöküyor. Ufacık bir şey bile yetiyor. Küçücük mutlulukların tadını doya doya çıkaramayan insan özlemeye bir başladığında ufacık bir şey bile yetiyor onu dağıtmaya. Ufacık bir şey, küçücük… Ruhuna çöküyor hüzün. İçine işliyor böyle sanki hiç geçmeyecekmiş gibi. Geçeceğini biliyor ama o an öyle hissediyor ya o yetiyor işte. Niye böyle oluyor? Olmasın istiyor insan. Olacağını bile bile olmasın istiyor.
Bir kadının bir erkeğe verebileceği en güzel sevgiyi vermişti Zehra annem bana. Korkardı ama. Hep sessizce korkardı. Bana göre korkuların en bitmeyeni ve çekilmez olanıydı sessiz korkular. Ve annelik bu sessiz korkuların gölgesinde başlar…