Bilinçaltıma ithafen…
Dinlediğim şarkılara, okuduğum kitaplara yahut okuduğum her şeye (akıl?) hayatıma giren canlılara (çiçek böcek köpek özellikle kedi ve kitap) ve cansızlara kahvelere tablolara rakamlara… Aslında yaşama yahut yaşayamamaya ithafen…
Kendi sonsuz Mükemmelliğini göremeyen, renk körü olan mavi ata ithafen…
Söylediklerin fazla geldi sonra, sindiremedim işte, dedim ki vejetaryen olacağım, at eti yok. Hı dedi kaldı. Kaldı en azından gitmedi, kaldı, ya da kal kal kal diye başlıyordum ki ben burada yokum dedi. Hep böyle mi bu? Yani gel denildiğinde gelinmiyor, kal denildiğinde aslında burada olunmuyor… ‘bir şeyden kaçıyorum, bir şeyden dönüp gelip kendime yerleşemiyorum, kendime bir yer edinemiyorum kendime bir yer.’ seviyoruz.
Kardelen salona koltuğa döndü sonra. Her zamanki yerimde oturuyorum diye düşündü. Hep aynı yerde oturup hep aynı şeyi mi bekleyeceğim ben?
Meyve kesiyorum ister misin?
Yok anne, çok yedim sindiremiyorum.
Yavaşça kalbindeki duyguları yere bıraksaydı, hislerini sakince atı verseydi bir kenara, sonra ellerini havaya aldırıp pişmanım deseydi. Pişmanım! Hissettiklerim için, yaptıklarım ve yapmadıklarm için susuşlarım için ve yersiz konuşmalarım için çok pişmanım. Keşke diyebilseydi.
Müzeyyen burada, hissediyorum. Kendime hakim olamıyorum yine, bunun başka bir açıklaması yok.
İyi geceler anne.
Sonsuz aşkın dayanılmaz ağırlığı, buydu hissettiğim. Oturdum telepati üstüne yazılar okudum, bu kadar mı umutsuzdum? Öyleydim. Oturdum şiirler okudum sana, kitaplar okudum, yazdım sana, hayal ettim, düşüncelerimin çıkıp sana ulaştığını hissettim. Yolda kaybolmamışlardır umarım, birbirlerine sahip çıksalar iyiydi. Kaybolmak istedim sonra, sana gelmeye çalışırken, senin yanına ışınlanmaya çalışırken bedenim atomlara ayrılsa yol üstünde ve tekrar birleşmek istemese, ruhum bağımsızlığını istese.. Sonsuzlukta kaybolsa, hapsolsam işte, sonsuz aşkı bulmuş olur muyum?
Sade ruhum var olsa dünyada, senin yanında var olsa…
İyi geceler Müzeyyen.
Gözlerimi açtım yavaş yavaş, önce bir kapağını sonra diğerini… Karanlık devam ediyor halbuki saat onu çoktan geçmişti. Grimsi bi karanlıktı bu. Mavi yoktu. Uyandım mı gerçekten? Bilmiyorum. Bari…
Müzeyyen hakkında konuşmak istiyorum biraz, kendisi palyaço, insanları dünyadan yabancılaştırmak için dünyaya gönderilmiş. Kedisi var. Hayali bir dünya yaratmış kendine, içinde esrarengiz, tekin olmayan hislerin egemen olduğu bir dünya. Ve beni de bu dünyaya çağırıyor. Öyle çekici ki…
Ve ben o kadar umutsuzum ki…
Çaresiz insanları kurtarıyorum demiştin bana bir keresinde hatırlıyorum. Yalan söylemişti. Henüz farkında değildim. Oda öyle. ‘Yalnız bir dünya’ demişti… Düşünsene! Hayal etmesi güzel, yaşaması,
Yaşaması… Nasıl?
Doğru sıfatı bulamıyorum. Dik dörtken bir senin kare bir hayata yerleşmeye çalışması gibi, sığamıyorum, parçalanıyorum, bazen de boş kalıyorum. Öyle derin ki bu kare, içinden kendi başıma çıkamıyorum, mavi yok, göremiyorum.
Sensiz olmak değil benim derdim, boş olmak, Montagueler ve Capuletler, ne demişti? Bilmiyorum, ne demişti?
Mutlu musun?
Artık kendime böyle sorular sormuyorum, ne hissettiğim umurumda değil.
Ben mutlu olmayı hak ediyordum. Sorun bundan sonra başlıyordu. Sorun, sorun aslında onun mutluluğu hak etmemesiydi.
Neyse umurumda değil, hava almalıyım biraz, yürümeliyim. En iyi düşünceler seni yürürken bulurmuş yoksa sen mi onları buluyordun karıştırdım şimdi neyse bu da umurumda değil… Mesela şimdi üstüme üstüme yürüyen sakallı çocuk, onun düşünceleri de üstüme üstüme geldi, hissediyorum içimden geçti gitti. Umutsuzdu sanki biraz, mutsuz olduğu gayet açıktı. Hepimizde olduğu kadar değildi bu umutsuzluk, hepimizde olduğundan kat kat daha fazlaydı. Geçerken birkaç düşünce, birkaç düş kırıklığı; buna rağmen birkaç düş bıraktı bana.
Al ben çok sıkıldım birazda sen uğraş.
Dönüp arkama baktım. Hayır, o ben değildim. Sakallı çocuk olmuştum işte, arkada kalan bana bakıyordum. Alıp almadığımı kontrol ediyordu düşlerini, almamışsam geri dönüp alacaktım. Onları sokağın ortasında savunmasız bırakamazdım. Hem o minyon kız düşlerimle başa çıkacak gibi görünüyordu. Hemen palyaçoyu düşündüm, bu adamı ancak o mutlu edebilirdi. Artık biz olmuştuk, bu kıllı adamla palyaçonun ülkesinde beraber mutsuz olabilirdik.
Sorun şu ki Müzeyyen’in ne zaman geri geleceğini kestiremiyordum. Ben istediğimde ona ulaşamıyordum, birkaç kere ateş yakıp ona ulaşmaya çalışmıştım ama nafile. Kendi canı çektiğinde, bana ihtiyacı olduğunda bana yardıma geliyordu. Ben de o gelene kadar sorunlarımı biriktiriyordum. Sonra bir patlamalar bir patlamalar. Kaç zamandır gelmiyordu ama kendine yeni bir kurban mı bulmuştu neydi. Ateşten vazgeçip iletişim için kuşları seçtiğim zaman güvercinler söylemişti. Güvercinlere sana iletmeleri için mektup verdim. Okudun mu? Mavi bir kurdeleyle ayağına bağladım mektubu. Senin olduğunu anlaman için yaptım bunu. Okumuşsundur biliyorum. Sadece, cevap yollayacak, bana cevabını iletecek yeterli niteliklere sahip bir güvercin bulamamışsındır. Atınla yollasaydın da kabulümdü.
“Şimdi ben kalıyorum sen gidiyorsun ya” diye başlamıştım mektubuma, gittiğini kabul etmesem de bu düşünceme vereceğin tepkiyi merak etmiştim. Tamam, itiraf ediyorum güvercinin ayağına bir de küçük kamera yerleştirmiştim. Sonra devam etmiştim “istediğinde buradayım bilmeni istedim. Yanına gelmek istediğimi söylemiştim, umarım gelirim, sırf senin için değil kendim için da yanlış anlama. Seninle yaşamak istiyorum kısacası. Yapabilir miyim tartışılır. Kaybedenler kulübünde kız kal demesini bekliyordu ya oğlanın, burada da bir farklı versiyonu, gel desen… Demezsin biliyorum. İsteyen gelir ha? Sen bana beni kazandırdın bunu da bilmeni isterim, sadece iyi ki diyebilirim senin için. Kalbim inanılmaz ağrır sadece, geçecek bilirim ama geçmesen güzel olurdu. Neyse ben kalıyorum, sen gidiyorsun ya, git yani sorun değil, senin için en iyisi, yapman gereken bu, çok mutlu ol, çok sev, çok yaşa ama şey diyebilirim, bir gün bir yerde tekrar karşılaşırsak eğer, benimle yeniden tanış olur? Seni çok seviyorum, kendime iyi bak. İyi yolculuklar.”
Onu ne kadar tanıdığımı söylememe gerek yok, beyaz bir at gelmişti birkaç ay sonra, güvercinlere güvenmediğini ve atların mükemmelliğini anlatan ıvır zıvır bilgiler içeriyordu. İlgilenmedim. Tek aklımda kalan seni seviyorum ama ben yolumu çizdim olmuştu. Seviyorum deyip gitmek sevdaya dahil değildi. Bunu nasıl yapıyordu?
Ben onun dünyasının kahramanı değildim artık. Seni seviyorum ama ben de yolumu çizdim Yolumu bulmuştum, onun gösterdiği yoldu bu. Doğru yoldu, ben de bulmuştum. Başka ne yapabilirdi ki? Her şey iyi gittiğinde, yolunda gittiğinde orada olmak istemiyordu. Seni seviyorum, ama ben yolumu çizdim. Noktayla bitirmişti cümlesini Üç nokta koysaydı bana da bir şeyler söylemek düşerdi. O konuyu kapatmıştı.
Ben neydim o zaman? Tali yol muydu benim yolum? Neden benim yolumu kendi ana caddesinden geçen bir ara yol yapmıştı? Neden bize ortak bir yol çizmemişti? O ana caddeydi unutmuşum, ana caddede yürürken yalnızca bir bakış atmıştı bana, bense o bakışı alıp kendi ara yoluma bir heykel dikmiştim. Renklenmişti yolum kabul. Yolumun en başına yerleştirdiğim giriş çıkışları engelleyen bir heykeldi bu. Çıkmaz bir sokak yaratmıştım içeridekiler için. Yeni birinin gelmesi de imkansızdı. Ama o heykeli ben koymuştum oraya, onu ben var etmiştim. Neden oradan kaldıramıyordum? Çok ağırdı ayrıca o da yerinden gayet memnundu, eminim ki Müzeyyen ara sıra heykeli seyrediyordu fakat kendi ana yolundan.
‘İyi yolculuklar denmez her gidene, yapılmaz çok yolculuk bir seferde’ iyi yolculuklar dediğim için mi bu kadar çabuk gitmiştin? Aslında var olmadığını söyleyenler de var ama onlara inanmıyorum.
İşte buradasın, nasıl olur? Bana doğru yürüyorsun, o sakallı çocuğun düşünceleri içimden geçmişti. Ne yapmıştım da geçmişti, gülümsemiş miydim gözlerinin içine mi bakmıştım ne yapmıştım? Hatırla. Hatırla.
Merhabaağğ Nasıl gidiyor? Kontrol 1 2 kontrol 1 2 sesini kontrol et.
Şey demiştin bana bir kere Wrong Side of The Road dinleyerek Amasra’ya gidesim var falan (konuşmaları öyle bir ezberledim inanamazsın) böyle dönemlerin olur diye düşünüyorum. Herkesin olur. Benim de içimdeki sesi dinleyerek sana gelesim olur bazen, öyle dönemlerim. Düşündüm yani bu dönemlerde ne hissederim mutlu olduğumda mı isterim yanında olmak yani ne yapacağımı bildiğim ve nasıl yaşamam gerektiğini çözdüğümde. Bu aralar buna taktım. Nasıl yaşamalıyım? Sonuca ulaşılacak bir konu değil aslında da…
Ah bu sessizlik…
Kendine Ait Bir Oda’yı okudum, okumasamıydım keşke, sorgulamalar sorgulamalar, beynim uçtu. Yoksa mutsuz olduğumda mı düşünürüm daha çok. Kendimi sevmediğim dönemlerde seni da sevmem bunu şaaptım aslında da boşlukta olduğumda seni düşünmeyi istemezdim. Hep, her zaman seni düşünmeyi isterdim ama ne diyebiliriz zalim hayatın zalim kanunları falan diyebiliriz. Bonnie Tyler-Total Eclipse of The Heart dinledim ve “Müzeyyen neredesin” oldum. Neden acaba, seni anımsattı bana. Çok eski bir şey var sende. “Sesinde ne var biliyor musun?” var ya, şiir olan, benimki de komple sende ne var biliyor musun? Versiyonu… Aslında daha çok bakışlarında… Eskilerden gelen bir şeyler var. Çok derin ve eskiden gelen. Ruhum çok eskilerde benim, keşke bedenim da eskilerde yaşasaydı, 60’larda falan, ya da 80’lerde kabulümdür aslında.
Yükleniyor…
Aklımdan geçen her şeyi bilmeni istiyorum, en küçük şeyi bile. Ne yapsak ki? Sahibini Arayan Mektuplar var ya (burada hiçbir yerde yok, orada bulursan alman rica olunur) ben da öyle bir şey yapabilirim. Sami’sini arayan Kardelen olabilir, sonsuz mavilikte kayboldum alternatif isimler. Bir kitap projem var ama umarım öyle geçici bir şey değildir. Öyle işte son durumlar böyle bende.
Başlıyoruz…
Mutsuzum Albayım… Alabildiğine diyemem çünkü alabilitemden fazla mutsuzum… Fazla bir derdim yok yaşamam gerektiğine inandıklarım hariç. Ama mutsuzum. Alabildiğine değil, ölebildiğime… Sırf ölememekten ötürü…
Tehlikeli oyunlar mı bu? Yaşaman gereken şeyleri bulduğunda daha kararlı olun zannedersem, nasıl bir duygu olduğunu bilmiyorum. Çok korkarım bir gün yeter artık diyeceksin diye. O zaman inandığım bir şey kalır mı bilmiyorum.
Tehlikeli oyunlar değil, tehlikeli ben. İnanman gereken veya sana inanç yükleyebilecek kadar kalmadı benden bayım. Köşeye sıkışmış hayvan kadar vahşiyim, dişim ve tırnaklarım en çok yanımdakilere zarar verir.
“Bir şeyler bırakmışlar arkalarında, büsbütün erimeye razı olmamıştır hiç kimse.” Bir şeyler, onlarla yetinebilirdim. İrvin D. Yalom-Nietzsche Ağladığında, okumadıysan mükemmel bir kitap. Bazı insanlar mutlu olamaz, mutsuz olduğumda daha mutluyum. Yaşadığımı hissedecek şeyler olduğunda. Taamım ben, beni şeetme.
Bazıları sonsuz neşeye, bazıları sonsuz geceye doğar lafı geldi aklıma hiç yoktan. Turgut Uyar’ın yüklediği tüm anlamlarıyla bir at olmak istedim… 35 de ölme ihtimali yüksek ama 40 da saçını okşayacağın bir Arven’in babası olma hayali… Bir bira daha lütfen, ama bu seferki içimi bardağı kadar soğuk yapsın.
Ölmek için yaşamak, yaptığın bu senin. Keşke öyle olmasaydı. Güzel yaşan ama. İyi yaşan. Arven güzel isim, soylu kadın. Benimde ofiste çiçeklerim var Halit, Şerafettin, Tacettin, ölüyor o ama iki tane Samim var en güzel da onlar oldu tesadüf mü bilemedim, Yavuz var dışarıdaki ağaç falan. Sen sıcaksın ki soğuyabilir misin? Buraya kadar hissederim bazen sıcaklığını. Tamam, hadi bana soğu da şey genel olarak sıcak kal. Kışta böyle sokulup ısınmak isteyenler falan olacaktır mutlaka. Hem sonsuz olabilmek için çocuk da güzel bir yöntem, bir şeyler yaratmak da öyle tabii ama taam taam neyse. İyi geceler. Umarım rüyamda seni görürüm.
Arven Elf dilinde akşam yıldızı demek. Benim gecemi aydınlatabilecek tek şey kızım olabileceği için… Ben ölümsüz oldum zaten olmam gereken platformlarda, görevini tamamlayan her kelebek gibi ölmeli her varlık… Ben yarın ölmek için bugün hayattayım. Görevim bitti, perde kapanmalı!
Yine gönlüm karardı işte… Ölüp yeniden doğsan, o şekil yapsak, yani başka bir hayata doğsan falan, benimkine mesela… Oda bir seçenek tabii…
Yaşlı bir kızıl derili ne kadar yanılabilir? Daha önce defalarca sormuştu bu soruyu, Kaan ve Mete ile hep tartıştıkları ama sonuca ulaşmadan her defasında nasıl oluyorsa. Kendini Kızılderili zannediyordu. Oysa o esmer tenliydi, nasıl kendini kızıl derili zannedebilir, şaşıyorum. Kızılderili ruhu desen, yakınından bile geçmiyordu. Bir kere sert ve haşin değildi. Acımasız olduğu zamanlar oluyordu ama bu Kızılderililerin bir özelliği miydi bilmiyorum. Kızılderililerin bindiği at olabilirdi ancak o.
Kızılderililerin atı haklıydı diyelim o zaman. Perde kapanmalıydı galiba, bunun gerçekliğini kabul etmek için bir Kızılderili’den veyahut atından onay almak gerekmiyordu aslında. Müzeyyen gitmişti, beni kendi dünyasına almadan sadece yollarımızın kesiştiği yerde birkaç cümle kurup birbirimize, hafızamıza birkaç bakış kazıyıp, birkaç göz dudak anı kazıyıp birbirimizin beynine kendin yolumuza gitmiştik istemeden.
Neden hayalimde yaşadığım güzel şeyleri gerçekte yaşayamıyorum ?