‘herkese yetecek kadar mavi var..’ diye tekrarladı. lakin bunu söylerken tedirgindi. ya insan oğlu bir gün maviyi de tüketirse? düşünceli şekilde yürümeye başladı.
öyle ya, bir bir tükeniyordu renkler. kaldırım taşları arasında boy veren bir filizde kalmıştı yeşil. asfaltın altında cansız yatan topraktaydı kahverengi. nadir rastlanan uğur böceklerinin puantiyeli kanatlarındaydı kırmızı ve buğday başaklarında dahi hasretle aranır olmuştu sarı. peki ya insanlık gün gelir maviyi de kirletirse?
bunları düşünürken yürüdüğünü dahi unutmuş, uçurumvari tepenin denize bakan kenarına kadar geldiğini henüz farketmişti. bir şey daha farketti; manzara usta bir ressamın elinden çıkmış bir tablo kadar güzeldi. tepeden bakıldığında ufuk çizgisi ayırt edilemiyor, sanki ötelerde bir yerde deniz ile gökyüzü, hasret ateşiyle yanan iki aşık gibi birbirini kucaklıyordu. denizin yeşile çalan mavisi ile gökyüzünün yer yer beyaz yer yer kızıla yakın mavisi birbirine karışıyordu.
az evvelki cümlesi soru işaretleri ile yankılanıyordu kulaklarında: ‘herkese yetecek kadar mavi var mı?’. manzaranın büyüsünden o denli etkilenmişti ki; daha fazla dayanamadı, heyecan, umut ve cesaretle haykırdı: ‘HERKESE YETECEK KADAR MAVİ VAR! MAVİ VAR! VAR ELBET!’