Kurgusu eksik bir anlamlandırma çabasının eteğinde yoğrulan insanlığın hazin bir anlatısı olmaya niyetli muamma bir yazı…
Araf’ta. İşte kelimeler böyle gelir kulaklara. Kimden, nasıl, neden, ne şekilde, ne zaman ve nerede duyulduğu önemli olmayanın klasik bir tezahürü olarak düşünülmelidir belki de. Nedir bu, ne? Bilmenin bir anlamı yok, her zaman olduğu gibi. Şimdi başka bir tür insanlıktır doğan belki nedeninin bilinmemesi ile paralel olarak. Anlatamamak kaygısının göklere çıkarıldığı yerdir ki aslında insanın çözüm olarak bulduğunu sandığı civardadır tam olarak. Nasıl bir yerden buraya gelindiği konusunda insanlığın da bir şey bilmediği aşikar. Gelindi ve buraya yerleşildi; bağrışmalarla, çıkıntı bir üslupla bazen, kimi zamanlarda hissiz bir emirle. Değişmeyen şey hepsinin sonunda olanın sabit kalmasıdır oysa tahmin edilebileceği gibi. Bir hareket yok, bir his, bir uyarıcı… hiçbiri yok bunların. Sesin çok çıkması dahilinde kavramayı kolaylaştırmadığı da biliniyor nitekim. Bir yerlere gizlenmiş bir adın ortaya çıkması dahilinde sanıldığı gibi koyu mistik sisler açılmış olmuyor.
Sonrası nasıl olursa artık. Birbirine seslenen seslenene… durmadan, yorulduğunu ifşa etmeden… kesmeden umudunu aklından geçeni başkasının da aklına getirebilme ihtimaline dair olan. Kim diyebilir ki: duyulmaz? Ve yine kim diyebilir ki: anlaşılabilir? Samimiyetsiz ölümlüler olarak ölülerden ne farkımız var? Bir gemi gelir, bir gemi, en baştan, en baştan gidip geri gelir. Sessizce ifade edilemeyen ses ile birlikte mi ifade edilir diye düşündürmez mi bu insanlara? Sonuçsuz bir uğraş bu yaşamak belki de.
Ansızın düşünülen bir söz, bir tanıdık sima, bir asık surat sonra, hepsini kapsayan, hepsinden yayılan… bitip bitmeyeceği kimlerin takdirine kalır? Yıkmak yoktur, yapamamak vardır hep. Yıkamazsın olmadığından ve elbette yapamazsın da bir. Bu böyle sürüp gider. Çabalar dinecektir, belki o sırada yeni uğraşlar bulunur kendinde oluşan uçucu parçaları başkasında da görebilmek adına. Ne zaman olmuştur ki? Ne zaman gerçekliğin sularına batıp kalmamıştır tüm ifade biçimleri?
Sonraları, bağırıp çağırma çabalarının sönmek zorunda kalmasından sonra yani, herkes eskiden nasılsa öyledir. Eski sesler, eski fikirler, hisler, susmalar, çaresizliğin farkına varmalar…
Beklenir ki yeni bir şeyler gelsin bir yerlerden kopup: bir nefes, bir anlam, ileri atılması muhtemel bir adım… ama yok. Olacak mı? Olur mu? Bilinmesi mümkün değil.
Bir ağır yüktür hep insanların bir an diliminde birbirlerine söyleme çabasına giriştikleri kelimeler. Neden böyle olduğu konusunda söylenecek birçok şey var: anlatamamalarından tutun da ikinci bir boyuta indirgenmesine kadar… böylece sürüp gider işte. Birileri anlatabiliyor mu konusunda meraka kapılmaya da hiç gerek yok. Herkesin için bu konuda rahat olmalı. Kim anlatabilir ki? Olması gereken şey söyledikten sonra hala o şey midir? Böylece bunun da ufak bir çaba olarak kaldığını görmek zor olmasa gerek.
Birçok söylemin, birçok ifadenin tecellisi bulunur insanların sahip oldukları zihinlerinde. Lakin, hiçbiri olmakta olan değildir. Bir şey eksiksiz olsa bile, tek bir sorunla karşılaşılmasa bile olmasında, oluşmasında; aktarıldığı andan itibaren farklıdır. Ne kadar değiştirildiği gayet açık. Ne kadar indirgendiği, basitleştirme arzusuna ne kadar boyun eğdiği aşikar. Basitleştirme arzusu, evet; tam olarak bu şekilde tanımlanabilir her gün yaptığı insanoğlunun. Neyi basitleştirip neyi zorlaştırdığı konusunda da bir fikri yok; öyle ki, basitleştirmek adına zorlaştırıp sonra da bunu meşru kılmak çabasında dönüp durmakta her zaman. Sonunda her şey bilindiği gibi olur tekrar; hatta daha kötüsü. Bilinenin bilinmez hale gelmesinden başka nedir ki tüm bu çabaların sonucu?
İçinde olunan durumdan hep biraz daha karmaşık bir duruma doğru gidilirken, insanlık bunu olması gereken gibi gösterir. Nasıl olması gereken bu olabilir ki? Anlatamamanın yanına bir de büyük ama hissiz yığınlar koymak ne kadar geçerli bir çözüm olabilir ki insanın kendini, kendiliğini, gülüşünü, sancılarını paylaşmasına dair olan kaygıya? Gidilen ancak dönüşün mümkün olmadığı bir yer değildir belki burası fakat oraya varıldığında insanoğlunun ne ölçüde insan olarak kalacağı sorusu ortaya çıkar bu durumda da.
İnsanlık ortaya çıktığı günden bugüne kadar en büyük hatayı birbirini anlama çabasına düştüğünde yapmış oldu. İnsanların birbirini anlamaması değil, birbirini anlamak istemesi belki de onları içinden çıkılmaz bir probleme sürükledi.
Söylenenin bir duvara çarpıp geri dönmesinden bahsedilebilir bu durumda. Yani şanlı ilerleme tarihi(!) boyunca insanlar kendilerine ve diğerlerine sayısız duvar inşa etmişlerdir. Sayısız engeller koyarlar herkes için aşılması ve aşılmaması halindeki yaratıları birbirine denk düşen. İnsanları birbirlerine ulaşamamasının verdiği panikle birlikte geliştirilen bu çaresiz atılımların sonucunun çok da farklı olması beklenmezdi elbet. Ancak durulmalı, hissedilmeli, düşünülmeli etrafındakilere anlatma çabasına düşülmeden.
Sakinlik ve yavaş yavaş dalgaları yok olan bir su birikintisi… önceleyin nasılsa yine öyle. Olması gerektiği gibi bir anlamda. Nasıl oluyorsa işte. Ortaya çıkışın hiçbir şey gizlemediği kadim insanlığın elzem nesnelerinin dışavurumu gibi… öylesine saf, öylesine durgun. Duvarlardan anlamlar çıkarmak yerine onların anlamsızlığına eşlik etmektir belki de insanlığa ait olan öze dair yönelim her anlamda. Ancak gelin görün ki hiçbir şey bu tatminsiz insanlığa yetmiyor, yetemiyor.
Baki Karakaya