Hiç kimse bilmiyordu nedenini, Neden git gide kızarıyordu güneş?!
Kızın yüreği yaralıydı..
Kızın yüreğinde hala acı vardı..
Mahcuptu, utanıyordu, çaresizdi…
Kızın acısını bitiremeden gidiyordu güneş…
Çay demlemişti. Kitabını, defterini kalemini alıp terasa çıkmıştı.
Bir yönü güneye bakıyordu evin, bir yönü batıya. Batıda bir sokak vardı. Çoğu zaman sakindi. Hiçbir şey değişmezdi bu sokakta. Nitekim değişmemişti de… Aradan üç yıl geçmişti. Şehir hala terk ettiği gibiydi… Güneydeki cadde ise canlıydı. Mesai bitimi, yorgunluklarının alınlarından ter ter damladığı, kendini evrenin bir parçası, zamanın bir çarkı sayan herkes yolunu tutmuştu evinin yurdunun. İmrenmemek elde değildi. Çok seviyordu kız bu insanları… Hiç tanımadığı gözlere hayranlık dolu tebessümler gönderiyordu. Çoğu zaman fark edilmiyordu tabi. Fark edilse bile garipseniyordu. Terastan kendilerine gülümseyen bu kız da kimdi?! Ne yaptığını sanıyordu?! Takmıyordu kız… Oturuyordu terasın bir köşesine. Eline kitabını alıyordu. Karanlık tam çökmeden birkaç sayfa da olsa çevirmeliydi. Niyeti okumak değildi. Anlamsız bir huzur veriyordu ona kitap sayfalarını çevirmek… Bir umutla, satırlar arasında kaybetmiş olduğu mutluluğu bulabilmek… “Hükümsüzdü” mutlulukları,yüreğinin idamına hüküm verilirken… Durdu bir an kız, elindeki kitabı bıraktı. Defterini aldı. Yazacakları vardı… Kalemi insafa gelmişti. Bu sefer kızın yazmasına izin verecek gibiydi… Nice zaman tutmuştu kız içinde. Yazmak istemiş, becerememişti. Kelimeler onu geri çevirmişti…
Öyle bir kaos hakimdi ki yüreğinde, neye nasıl başlayacağını bilemedi. Başından geçenleri anlatmak istedi, vazgeçti. Başından geçenlerin bir önemi yoktu. Unutmak istediklerini kâğıtlara sır veremezdi… Kalbinden geçenleri denedi bu kez de. Kalbi… Genç bedenini taşımakta zorlanan ihtiyar kalbi… Ortada bir sorun vardı, kalbinden neler geçtiğini o da bilmiyordu… Yazmalıydı… İnsan bilmediklerini yazabilir miydi? Atalarına güvendi kız. Ataları “Bilmemek değil öğrenmemek ayıp” demişti. Aklından geçen bu söze o bile gülümsemişti. Yazdığı her bir kelime yüreğini dağlıyordu. Olması gereken de buydu. Aksi takdirde yüreğini, durmak bilmeyen bu kanamalardan kaybedecekti… Dağlamalıydı yüreğini…
Kimseye kızamıyordu kız… Fıtratı kin gütmekten nasiplenmemişti. Yüreğini ihanet kurşunlarıyla delik deşik edenlere saflık ve ahmaklıkla harmanlanan, acımtırak bir “Selametle” diyebilmişti… Minnet de duymuyor değildi. Başı boşluklarla ömrünü geçirmesine mani olmuştular. Onu gözyaşıyla tanıştırmıştılar. Çok sevmişti gözyaşını, tabi bir de onun cefakâr yareni acıyı… Kız, Acı ve Gözyaşı ayak basılmamış sahillerde yalın ayak/yürek yürürlerdi. Yıldızlar eşliğinde denizi seyrederlerdi. Kâh türkü söyler kâh dalgaları dinlerlerdi. Birbirlerine sadakat yemini etmiştiler. Birbirlerini Terk etmeyecektiler. Bir bir derken bir oluverecektiler. Bir’e gidecektiler… Herkes gitsindi. Acı ve Gözyaşı kıza yeterdi. Rabb’den gelen iki melektiler. Rabb’e giden iki şükürdüler. Sevmişti kız onları. Acı ve gözyaşını…
Defterinden sıyrıldı kız. Ezan okunuyordu. Mahcup güneş yavaş yavaş soluyordu. Bir anda gözleri yanında duran fincana takıldı. Doğru ya, çay yapmıştı. Boş fincana acıdı. Fincanın mutfaktaki rafa eli boş gitmesini istemedi. Görevini ifa etmeliydi. Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı varsa fincanın en az yirmi yıllık hatırı olmalıydı. Hayat müşterekti onun için. Fincanın hatırına doldurdu çayını. Üç şeker attı. Lanet olsundu o şekerlere… O kadar çok çayı seviyor ve içiyordu ki onlar yüzünden diyete girmesi, her gün en az yarım saat spor yapması gerekiyordu. Vazgeçemiyordu şekerlerden… Hem de üçünden birden… Yudumladı çayını… Okuduğunuz bu cümleleri kız yazarken çay soğumuş ve acımıştı. Olsundu. Ne soğuktan dert yanardı ne acıdan… Bağrında taşıdığı yangınları vardı. Yüreğini sarmaladığı acıları… Dert değildi ne çayın soğuğu ne de acısı…
08.04.2014
(Tuhaf bir gecenin ardından ne kadar da yavan olduğunu anladım bir kez daha hayat denen meredin acı çekmeden çekilmeyeceģini..29.01.15)
9 comments
Bu yazıya yorum yapmayacağım. Sadece bir önerme; iki üç gün kadar şekersiz çay içmeye çalışırsan bir daha şekerli çay içemez olursun 🙂
İnsanoğlu herşeye alışır derler ya doğrudur. Ben çayı şekerli içiyor olmama değil şekerli seviyor olmama kızgınım:)Hayatımızn tadı tuzu yok en azından çayımızın olsun
İşte öyle sevmek zorunda değilsin, 🙂 öteki türlü de sevebilirsin.. Fark etmedin belki ama duygusallığı sevmeyen biriyimdir ben, ama insan anatomisi başka bir şey. Birini sevdinse mesela o konuda hiç bir tahmin edilebilir değilken gene örneğin üç gün şekersiz çaya tahammül edebilirsen vucudun çayda şeker tadını yadırgamaya başlar ve bu sefer şekerli çaydan nefret edersin.
Duygulara mağlup olmuş bir müssvette insan olarak ön görülebilir ve değiştirilebilir herşeyi kontrol edebilmekten yanayımdır ben 🙂
Şimdi siz duyguların alışkanlık yahut hormonların salgıladığı enzimler olduğunu falan da iddia edersiniz:)ben sevmeye zorunlu olduğumu söylemedim zorunluluk ve sevmek kelimelerinin yan yana gelişinin tenakuzuna değinmeyeceğim daha iyi anlaşılmak adına şunu söyleyeyim o halde ben çok sevdiğim severek attığım şekerlerin sağlığa zararlı oluşuna kızgınım:) sevginin kendisinin zararları ayrı bir konu zaten..ha bir de ben de bu aşırı kontrolcüluğe karşıyım bazı şeyler bizim elimizde olmamalı yoksa hepten mahvoluruz her neyse çayımı soğutmayayım
Yok öyle olsalardı daha kolay olurdu. Aşk acısı tedavisinde şiir yerine farklı çaraler bulurduk. Çilek yeyince falan geçerdi mesela. Ne güzel olurdu, hem çilek yiyor hem acıdan kurtuluyorsun.
Bu yazımın altında tedavi falan pek olmadı:) Çilek..
Yazını ilk paylaştığın an görmüştüm ama bir programda olduğum için buradaki yazıları pek okumaya vaktim olmuyor. Senin de yazını yeni okuyabildim. Hikayeyi beğendim. Özellikle, kurgu hoşuma gitti. Okurken hep bir merak duygusu uyandırdın. Ama kurguda sanki çelişki var gibime geldi. Ben okurken daha değişik bir son bekliyordum. Ama kahveyle, üç şekerle bitti. Ayrıca şunu fark ettim: Hikâyelerimde, çevremdeki nesnelerin duygularından da yeterince faydalanamadığımı… Sayende bunu da fark ettim. Selâmetle…
Hikayeyi yazarken bir kurgu oluşturmadım kafamda, kitabimi kalemimi defterimi alıp terasa çıkmıştım ve son satirlari karanlikta köru korüne yazmıştım.Tabi buna ne kadar hikaye denilirse ben karar veremedim şahsen ne türe dahil olduğunu
Bir düzeltme: Yazını ilk paylaştığın an görmüştüm dedim. Şimdi baktım. Temmuzda paylaşmışsın. İlk gördüğümden kastım, Berzah ile yorumlarınızı gördüm ve yeni paylaşmışsın zannettim. Neyse yine güzel bir öykü… Ki hikaye sayılır. Bir hikayede kurgu şart değil. Zira bir duygudan yola çıkıp bunu okura hissettirebilirsin. Mesela, Sait Faik bunu çok yapar. Neyse, selâmetle…