I
Yemek yemek, dersler, uyku ve konuşmak gibi sıradan ana fikirlerde toplanan bir yaşantım vardı. İnan bana herkesten sığ, herkesten yavan yaşıyordum. Fakat nerden bileyim ben nefes alıp vermenin yaşamak için yeterli olmadığını? Öylesine uzaktım ki sevmekten sevilmekten. Biliyorum sevilmekten hala yeterince uzağım ama ne şaşırtıcı eylemdir sevmek.
Bir okul vakti, servise hiç olmadık bir yerden bineceğim. Sokağın başına durdum. Bir göz gezdirdim bekleyen başka öğrencilere, sokağın sonunu gördüm, bu sefer dünya durdu. Birkaç saniyeyi aşmadı bakışım. Aslında aşamadı. Biliyorum hiçbir göz sana doyamıyor fakat benimkiler aç kaldı. Çok muhafazakârdır benim gözlerim. Çok utangaçtırlar. İlk görüşümdü bu, belki bir daha göremeyecektim, kim bilir? İnanılmaz bir şey oldu, hayır bana doğru gelmedin, beklemediğim bir cesaretle gözlerim birkaç saniye daha seni izlemişti. Çekiniyordum, merak ediyordum, şaşkındım. Çok şaşkındım. Seni böyle bilmezdim ben. Aslında seni hiç tanımazdım. Şimdi öğrendim, sen nasıl bir devrimcisin öyle? Gözlerimin bilmem kaç yıllık tutucu rejimini yıktın. Yahu biriniz de söyleyin şimdi, nasıl hayran kalmayayım ben?
Biz cidden aynı şehirde mi yaşıyorduk? Bırakalım bu şehri, dünyada senin gibisi vardı ve ben neden bilgilendirilmiyordum? Gözlük kullanmayı reddeden kimi kimselere göre güzel olmayabilirsin ama inan umurumda değil. Tabi senin bundan haberin yok. Yahut senin benden de haberin yok. Olmasın, boş ver. Tarafsız İsviçreli bilim adamların yapmadığı bir deneye göre üretim hatası çirkin insanlar gözleri iki kat bozuyormuş.Benden uzun, benden kıvırcık ve benden olgun birisi. Benim normal zamanlarda düşman sıfatı taktığım kimselerin özellikleri aslında. Demek ki hepsi birlikte yan etki yapıyormuş.
Bu ne gürültüydü, ne ayıptı bu ses kirliliği! Burada altı adım ötesindeki sevdiğine bakamadığı için dalıp giden bir kimse hayal kuruyordu. Hülya bulutundan kaldırdım kafamı. Büyük mü büyük bir servisti. Benim bineceğim değildi. Bulutlara boğulmaya gidiyordum ki senin bineceğin servis olduğunu fark ettim.
Yaslandığın yarım duvardan doğruldun. Sana tek tavsiyem öyle hareketler yapma. Seni çekemeyen kuşların komplosuna uğrayabilirsin. Kafandaki örgü şapkayı hayal meyal hatırlıyorum. Kış vaktinin bahara dönmesi için yeterli bir sebepti şapkan. Otobüse doğru bir adım attın. Yemin olsun sağ adımını böylesine atan birisine rastlamamıştım. Anlaşmalı mı gelmiştin dünyaya? Bastığın yer seni incitmemek yumuşuyordu sanki. İnan bana saçların kıvırcık değildi de, kıvırcık saçlar için doğmuş gibiydin. Otobüse ilk adımını attın. Belki de otobüstekilerin hayatını kurtardın. Ben bir sürücü olsam dünyanın en kıvırcığının bindiği bir otobüse çarpmam. Ben çarpacak olsam da melekler mani olur zaten. Bindin otobüse. Güneş batıyor sanmıştım ilk başta otobüsün kapıları yavaş yavaş kapanıyormuş meğer. Tekrar hareket geçti otobüs. Ben arkasından bakıyordum. Sonra ne mi oldu? Otobüsü kaçırdım. Hayır, okula gideni değil. Ütopyama gideni. Senin şu bindiğin hani.
Bir öğlenden sonramı bulandırmıştın ilk gördüğüm gün. Daha da sonra, bir iki hafta kadar mesela, ben unuttum sanıyordum. Unutulduğunu düşündüğüm bir günün gecesiydi. Günü yeni güne bağlamayı adet etmiştim. Birden yazasım geldi. Birkaç ay olmuştu, şiir yazmıyordum. Güzel değillerdi zaten ama bu sefer sana yazmak geldi içimden. O zaman fark ettim, seni unutmak isteyenin yalnız beynim olduğunu.
II
Neler oldu bir bilsen. Seni göreli üç hafta oldu. Sonbahar bitti, kış oldu. Gündem karıştı olaylar oldu.
Bunlara rağmen henüz tanımaya başlıyordum seni. Azar azar tanıyordum. Birden tanırsam seni, birden her şeyini öğrenirsem halim ne olurdu.
Kimi kimselerin ağzından küf kokusunun peşine gelen isli haberler duydum.Görünüşe göre halimi en iyi anlayabilecek insan yine sendin. Seni ilk gördüğümde saçlarının bana anlattığı ve benim insanlığa anlatmaya çalıştığım işte tam olarak buydu. Demek başkasını seviyordun. O başkası da bir diğerini seviyordu. Ben de seni.
Nasıl aldım haberini merak ediyor musun? Küf kokusu kulaklarımı sardıktan hemen sonra oldu olanlar. Midemin üzeri yandı, midem ağırlaştı.Her kaburgamdan kalbime doğru kağnılar yol aldı. Gıcırdayarak, inleterek ulaştılar kalbime. Taşıdıkları son keder kırıntısını da odacıklarımdan birine yerleştirdikten sonra, boğazım alevlendi. Bir yutkunmalık tükürük sıkıştı tam ortasında. Sanki yutkunmuyordum da dağları elimle düzlüyordum. Soluk borumda denize atladığımda beni dibe çökertebilecek bir kaya vardı.Küçükken “erkekler ağlamaz” dendiğinde, kendimi sıktığımda sertleşirdi o kaya. Bunlara rağmen kim bilir, belki birkaç gözyaşı özgürlüğüne kavuşuyordu.
Demek başkasını bekliyordun. Ben de başkasını bekleyen birini bekliyordum, anlaşabileceğimiz yıldız tane noktadan birisi buydu mesela. Hala göremiyordun, umutsuzca bekleyenlerdik biz. Olmayacak duaya mum yakıyorduk Perşembe gece yarıları.
Gerçeklerin farkındaydım, birkaç narin parmak uzundun benden. İnadıma, çirkinliğime nispet de güzeldin. Sen de farkındasın ki seçemiyorduk. Seçseydik nasıl olurdu peki? Çok farklı olurdu. En baştan severdim. Onca yılı neden ruhsuz ve hissiz geçireyim ki.
Sen de en baştan seçerdin onu değil mi? Görüyordum, sevmeyi iyi biliyordun. Fakat sen, dünyanın en yeteneklisi! Her şeyi biliyordun da beni nasıl bilmiyordun.
İlk izlenim önemli diye gözüne gözükememiştim. Buna ek olarak o an yaşadığım büyük şaşkınlık ve dalgınlığın da etkisi vardı. Bu sefer düşünmeme ve şaşırmama zaman bırakmadan yakalamıştın beni. Üçüncü haftanın hafta sonuyudu. Merdivenleri aceleyle çıkmıştım. Telefon kulağımda, gözlerim yerde, meşguldüm. Önüme birisi çıktı.
Ayaklarını gördüm. Yalnız senin kapısını çaldığın kafam korkarak doğrulmuştu. Bir yüz görmüştüm. Fotoğraflardan aşina olduğum, aşık olduğum bir yüz. Dünya çiceklerini açmaya, yıldızları kaymaya, suyu akmaya ve kalbimi durdurmaya teşvik eden bir yüz. İnan hiçbir yüz hattını göremedim o kır papatyası yüzünün. Çünkü gözlerin utangaç vücudumu fazla meşgul etmişti. Milyarlar içerisinde en göz göze gelinesi göz çifti vardı karşımda.
Gözlerin güzel oldukları kadar da misafirperverdiler. Çay ikram ettiler, hal hatır sordular. Saniyeler süren bakışmamız sırasında dertleşmiş gibiydiler. Sen beni sevmesen de gözlerin gözlerimi seviyordu bence. Sevenleri ayırmak günahtı. Onları ayırdın.
Gözlerimizin dansı bitince yol verdim ve geçtin. Sen merdivenleri, hayat basamaklarına tırmanırcasına inerken arkandaydım. Seni izliyordum.
Fakat anlaşılan bakarken gördüğüm gözlerin değildi. Aksi halde renklerinden neden emin olamayayım.
Sen gidince gittim pırasanın birine sarıldım. O kadar yaklaşmışken sana, ne bir çift laf konuşabilmiştim ne de sesini duyabilmiştim. Bunlara üzülüyorken, geceleyin, karanlık bir uykunun ortasında iki gözün değerine daha sıkı sarıldım.
Güzelliğine rağmen başkasını seven birini bekliyorsun ve bir kat daha büyülüyorsun beni. Ne gururlu seçemeyensin sen.
III
Bir günüm bir günümü taklitten kaçınırdı hep. Buna insanlık olarak çok alıştığımız için olsa gerek ilginç duyumlar okşuyordu kulağımı. O kötü haberin peşine taze meyve gibiydiler. Geniş sayılabilecek bir çevre ve dengesiz hareketler çok nadir size faydalı sonuçlar doğurur. Nadirliklerden birisine rast gelmiştim. Beni ilginç bulmak normal insanların eylemi değildir. Diğerlerinden farklı olduğunu her yönden kanıtlıyordun işte.
Hiçbir zaman Edison yahut Tesla sempatizyanı olamadım. O gün ise ikisini birden Cennet’e misafir edebilecek kadar duam oldu onlara.
Bana mesaj atmıştın. Tam yirmi dört harften oluşan bir mesaj. İnan bana o kadar peygamber Allah’tan vahiy geldiğine bu kadar sevinemezdi. Ne yazık ki o gün, sana rağmen, hüzünlü geçti. Sana rağmen hüzünlü geçirdiğim dakikalar adına özür dilerim ama inan bana vicdanım çoğu zaman her şeyi ezip geçer. Yas tutuyordu vicdanım. Senin gibi antidepresana rastlamadım ben. Birkaç saatlik konuşmamızdan sonra çok rahatlamıştım.
Arkadaş olmak istiyordun, derdini anlatıyordun. Sorunlarını, eğlencelerini ve her şeyi anlatıyordun. Bir an sıkıldıysam seni dinlemekten, bir an heyecanlanmadıysam söyleyeceklerini dinlerken Edison ve Tesla, ikisi birden, diğer tarafta elektrikle infaz etsinler beni.
Başkasına olan aşkını dinlememe rağmen daha çok bağlanıyordum sana. Benliğimin buharlaştığını ve onun yerine bir sen dolduğunu hissediyordum. Senin sayende ikinci bir rengi kutsadım, bir çiçekle olan bağımı kelimelerin ötesine taşıdım. Anlamsız bir çok kavramdan sen çıkar oldun.Sonunda dehşet ötesi bir kavram da yayılmaya başladı vücudumda. Özlemek.
Senden haber alamadığım zamanlar, ara açıldıkça eksik hissetmeye başladım kendimi. Güne mutlu, umutlu uyanıp; gece başımı yastığa çaresiz koyuyordum. Çocuk olmuştum, çocuklaşmıştım. Sabah evden birkaç misket ile çıkıp, yarısını oyunda kaybeden beceriksiz bir çocuk. Dağıttığım neşenin kaynağıydın ve dağıttıkça eksiliyordum. Neden tazelemiyordun çayımı?
Vakit geçtikçe endişelerim de artıyordu. Ya sevdiğin oğlan benim sende gördüğümü görürse? Korkuyordum, çünkü o oğlanın imanı zayıf olabilirdi ve seni gördüğünde haşa Allah’ı unutabilirdi. Tabi ki senin mutlu olmanı isterdim ama seni mutlu ederken bir ademoğlunun dinden çıkması hoş değildi. Bu yüzden dualarımı hep sende bulduğumu kimsenin bulmaması tarafında kullandım. İnan bana seni düşündüğümden yapıyordum her şeyi, mutluluğumuz için.
Çok nadir konuşabiliyorduk. Çok kısa sürüyorlardı. Nitekim konuşuyorduk işte. Aylarca mektup bekleyen dedelerim kadar olamayacaktım belki. Konuşuyorduk. Japon balıklarından, insanların hayattan ne bulduğundan, havadan sudan. Her meteroloji sunucusu havayı suyu seninle konuşmak isterken sen benimle konuşuyordun. Seninleyken kendimi değerli hissediyordum. Bütün kötülüklerine ve çirkinliğine rağmen kralın akrabası olduğu için saygı gören bir kimsenin değeriydi bu.
Seni anladıkça ağzım açık kalıyordu. Kendini güzel bulmuyordun ve bu konuda ciddiydin. Alçak gönüllülük yapamayacak kadar güzeldin ama sen güzel olmadığın konusunda ciddiydin. İşte diyordum, sonunda benim için yaratılmış bir hanımefendi değil de nedir bu? Eminim ilk insanlar olarak biz ayarlanmıştık, kaburga kemiğim sökülmeye dahi hazırdı senin için. Hazreti Adem sıraya kaynak yapmış olmalı, aksi halde Havva ve Adem bizden fazla birbirleri için yaratılmış olamazlar.
IV
Bahar güneşinin kış vaktini çaldığı bir gün. Bu evrenin bize buluşmamız için hazırladığı cilvesi. Güneşli ve cilveli bu günde yürümek geliyordu içimden. Herhangi bir yöne doğru yürümek. Tabi sana yürümek olduğunu henüz bilmiyordum ki. Ana caddeye ulaştığımda bir yol ayrımına denk geldim. Yolun sağ kanadı seni rüyamda gördüğüm yere gidiyordu, sol kanadı ise meçhule. Açıkça söylüyorum seçim yapmak zor geldi. Tek kuruşumla yazı tura atacaktım. Yazı meçhuleydi, tura rüyalara. Paranın meçhul yüzü üste geldi. Sola döndüm umutsuzca yürüyordum. Aynı zaman diliminde umut da bana doğru yürüyordu. Onuncu adımımdı yanlış hatırlamıyorsam seni gördüm, on üçüncü adımımda karşılaştık.
Üçüncü görüşümdü seni. Yedi bin küsür kere gün doğup batmıştı hayatımda, güneşin üçüncü kez yüzüne doğuşuydu bu.
Konuşacaktık. Evrenin talebine bu kadar yaklaşmışken yüz üstü bırakmak olmazdı. Dudakların görebileceğim en uyumlu ve en hoş ahenk ile konuşmanın eşiğindeydi. Acele etmiyordu zaman. Tek işi gücü bizdik sanki. Aralanan ağzından bir ses çıkmıştı. Ne güzeldi, ne tarif edilmezdi. Zamanı durdurmak için en uygun andı. Sesini işte, sonunda duymuştum. Coşkun nehirlere nispet yaşam dolu, sahtekar kuşlara inat capcanlı bir ses kulaklarım üzerinden beynime doğru akıyordu. Korktum. Alışık değildim. Fakir kulaklarım da böylesine zengin bir sese alışık değildi. İçlerinden biri infilak edebilirdi. “Merhaba” mı demiştin, “Nasılsın” mı? Kelimeler ile kavgalı dövüşlüydüm. Seni gördüğümde de yendiler beni. Hepsi anlamsızlaştı, uçuculaştı.
On dört milyar el içerisinde iki tanesine âşıktım ve birisi cebinden çıkıp bana doğru uzanıyordu. Ne yapacaktım? Ne yapmalıydım? Ah evet, elim. Elim neredeydi? Kim çalmıştı? Derken ensemi kaşımken buldum sağ elimi. Modern batı toplumunun medeniyet kurallarına göre bu kısımda el sıkışıyorduk galiba. Yapabileceğimi düşünmüyordum. Yapmalıydım.
Elim, eline yaklaşıyordu. Güneşe de olabilirdi. Yaklaştıkça damarlarımda hissediyordum senden gelen ısıyı. Belki de tanımı yapılamayan aşk bu sıcaklığın adıdır, bilmiyorum. Elimi yakabilirdi. Fark etmez, hiç de önemli değildi bir el. İstersen ikisini de yakabiliriz.
Ve ellerimiz bizden önce buluştu. Elinde fark edemediğim pamuk tarlalarında yolumu şaşırmıştım şimdi de. Samimiyet kapladı ve sonra sıktı elimi. Samimiyet yumuşacıktı. Samimiyet yavaşça aşağı yukarı sallandı. Cenneti buldum! Cennet bahçesi denilen yer aslında elinin çizgileri arasındaki pamuk tarlalarından başkası değildi. Kevser ise sıcaklığın yüzünden elimde oluşan ter damlaları olsa gerek. Gördün mü bak? Anladın umarım artık. Elin elime değdiğinde kurduk cenneti. Bu cenneti dağıtarak insanlığı karşıma alamazdım. Ama sen tereddütsüz çektin elini. Ahirette milyarlara hesap vereceksin.
Cevap vermem, konuşmam gerekiyordu, hissettim. Bu çetin görevde dilim tek başınaydı. Beynim amansızca kutlama yapıyordu çünkü. Tehlikeliydi. Dil konuşabilir yalnız düşünemezdi. Düşüncesizce konuşmuşluğum varsa bundandır.
Ne kelimeleri paylaştım sana inana hatırlamıyorum ama gözlerin güzelleşti. Anladım ki gülecektin. Gözlerinin gülüşü öylesine derinden geliyordu ki bir an için kalbini görürü gibi oldum. Böylesine harika bir gülüşten sonra hayata küsebilir ve bir daha gülmeyebilirdim. Buna rağmen sevincin, sevincim oldu. Gözlerin güldü, yüzün güldü, dudakların tebessüm etti, yoldan geçenler gülüyordu, araba kornaları gülüyordu, rüzgâr kahkahalara başladı, gökyüzü masmavi kesildi güneş güldü. “Durdurun zaman! Saatlerin hepsini sökün atın!” diye haykırdım. Duymadın tabi, kimse duymadı. Allah duydu, eminim. Ama duruma el atmadı. Ben gülüşünde boğuluyordum ki engin okyanusun sonuna gelmiştim.
Dersin vardı, vaktin dardı. Ayaküstü sohbetimiz son buluyordu. Yirmi dakika öldürmüştün kaldırım üstünde benle. Benim hayatımda ise yirmi dakikada koca orman yeşermiş, büyüyüp daha nice kimseyi yaşama katıyordu.
“Hoşça kal.”
Her zaman kafatasımın içinin boş olduğunu söylerdim lakin bu sesin yaptığı yankı öyle derin ve ürkütücüydü ki boşluğun hacmini tahmin edemiyordum.
Kaldırımın arasından cüceler çıkıp komfeti patlattılar, güneş bir ses bombasına dönüştü ve herkes dans ediyordu. Arkandan bakmadım ama çığlıklar attım. Umarım hassas kulaklarında kalıcı hasar bırakmamışımdır. Umarım hiç duymamışsındır içimden gelen barbar sevinç çığlıklarını.
Seni üçüncü görüşümdü ve sesini ilk kez duymuştum. Daha ne isteyebilirdim? Lafın gelişi tabi. Beni sevmeni isteyebilirdim, bir sonraki görüşünde sarılmanı isteyebilirdim, açlara yemek, hastalara ilaç dileyebilirdim.
Bir ay boyunca yemek yemeden yaşayabilirdim, iki hafta su içmeden gezebilirdim. Ben ise bana yüklediğin bu enerjiyi bir hafta boyunca mutlu kalmakta harcadım. Ne yalan söyleyeyim, ömrümden bir haftayı sana borçlandım. Gelsene, çay demlerim, ödeşiriz.
V
Kimi zamanlar oluyor, kişi özleminden, çaresizliğinden ve acısından dolayı ne yapacağını şaşırıyor. İki insanın hareketleri çok tehlikeli olabilir; birisi aç insanınki, diğeri aşık insanınki. Ne yapacakları belli olmaz bunların. O kadar acıkmıştım demek ki seni nasıl görebilirim arayışlarına girmiştim. Aklıma hiç bir şey gelmiyordu, tek umudum içimde barınan kaza anlayışıydı.
Dualarımı taşıyan melekler yavaş yol aldığı için olsa gerek tam bir hafta sonra görmüştüm seni.Hiç beklemediğim, görmek için en uzak ihtimal yerlerden birisiydi. Toplumla yaşamanın getirdiği yüklerden biri olan sosyal yaşam görevimi yerine getiriyordum. Bir arkadaşı bekliyordum anlayacağın. Dalgın daldın etrafa bakıp, şarkı mırıldanıyordum. Kötü sesimin hayat verdiği, düşük bir çocuk misali şarkımın en güzel yerinde görmüştüm seni. Sana seslenen insan adını benden güzel telaffuz edemezdi. Buna rağmen seni söyleyen o çağrıya gitti kulağım. Ben döndüm sana seslenen kimseye, sen döndün sonra. Belki de bizzat Hızır hazretleriydi o sesin kaynağı. Nitekim ben seni farketmiştim, sen de beni. Hızlı hareketlerinden anlamıştım acele işlerin olduğunu. Bunları senden duymak gibisi yoktu ama.
“Çok özür dilerim, kalıp konuşmak isterdim fakat bi yere yetişmem lazım.”
Bu ses kimilerinde sıradan bir insan sesi etkisi yapabilirdi ama onun altında daha gürültülü şeyler vardı. Bir silahın ateş alış sesiydi, en yüksek şelalelerden aşağı doğru bir kaya parçası düşüyordu, dünya atmosferine giren bir göktaşı alev alıp üzerime doğru hızla ilerliyordu, dünyanın farklı yerlerinde ağlama sesleri geliyordu. Ölen bebekler için ağlayanlar, doğan bebeklerin ilk çığlıkları. Bir yerlerde iki küçük su samurunun oyunundan çıkan su sesleri vardı o sesin altında, parkta oynayan çocukları dinleyen kocası ölmüş teyzenin nefes alışlarını ve avrupada konserine hazırlanan piyanistin parmaklarının piyano tuşuna değişinin sesini kalbimle duyuyordum. Hepsi senin sayendeydi.
Bana bu yaşattıklarına karşı seni nasıl ödüllendirebilirim derdine düşmüşken el sallamıştın bana. Sağ elin kırkbeş derecelik bi açıya konumlanmış, hızla havayı sağdan soldan okşuyordu. Bunun ertesinde bir rüzgar oluşmuştu. Bir esinti bile denemez belki on adım ötemde yaptığın harekete ama o esintinin tenime değmesiyle diyaframımda bulunan nükleer bombalar aktive edilmişti. Sen dönüp giderken saçlarının hareketiyle birlikte patladılar. Öyle bir gümbürtüyü yutmuştum ki, bulunduğun binayı, bulunduğun şehri, kıtayı ve galaksiyi kurtarmıştım. Yuttum mu yuttum, sonra dayanamadım kapıdan çıkınca kustum. Yanımdaki arkadaşlarıma rağmen avaz avaz bağırıyordum sokakta. Trafik lambalarına sarıldım, yoldan geçen ufak çocukların hepsinin yanağını sıktım, gördüğüm her çiçeğe selam verdim. Tüm gün karın boşluğumda patlayan bir atom bombasının enerjisiyle yaşadım. Einstein’a ne zaman el salladın sen?
Lütfem başka kimselere, özellikle sevdiğin oğlana el sallama. Ben o enerjiyi yutmuş olabilirim ama ülkemiz ikinci bir Çernobil vakasını kaldıramaz. Hem üçümüz birden sevinemeyeceğimize göre onu mutlu edip kendini üzmenin akla sığan bir yanı yok. Lütfen.
VI
Bu sözler ucuz turuncu bir kalemin siyah kömürüyle kağıtta dans ettirmeden önce inan senin fotoğrafına dahi bakmıyorum. Elimde bir tane bile yok zaten. Bu okuyucu için aldığım bir önlem aslında. Eğer yazmadan önce bir kez seni görürsem bu parmakalrım “artık yazmayı kes” diyene kadar durmayacağım anlamına gelir. Başka bir telaffuzla binlerce kelime, yüzlerce sayfa ve birkaç roman olarak da kulaklara uğrayabilir.
Her neyse. Kalbindeki tarlalarda yetişen çileklere selam!
Sen saklamak istesen de farkında değilsin. O çileklerin kokusu gülmek için açılan ağzından ve gülen ağzına destek veren gözlerinden ziyadesiyle çıkıyor.
İnsan insanı öldürdükten sonra dahi tiksinç bunalımlara giriyor. Eğer Azrail aldığı o kadar cana rağmen henüz intihar etmediyse, onu bu intihar girişimlerinden caydıran şey kesinlikle gülüşün olmalı. Demek çileksever bir melek ruhlara eşlik ediyor.
Çikolatanın mucidi kimse, bakışına maruz kalsaydı eğer çikolatayı dünya piyasasına “Süper Ekşi Enfes Ekvatoral Çeşni” adı altında sürerdi. Çocuklarımız çikolatalı gofret yiyorsa yine senin sayende.
Yamyamları vejeteryan kılabilecek bir yaşam enerjin var ve mutlu olmadığını söylüyorsun. Bu tavrından acilen vazgeç. Aksi halde seni böyle gören vejeteryanlar çiğ et yemeye başlar. Daha kötüsü hayvanseverler sadist eylemlere eğilim gösterirler. Kedileri sevdiğini umuyorum.
Farkında mısın bilmiyorum ama sen böyleyken medeniyet ilerlemiyor. Gülüşünle de dalgalar halinde çağın ilerisine sıçrıyoruz. Zamana, takvimlere ve saatlere aykırı bir ruh dünyan var. Bunu seni seven kimselerden duymuşsundur. Buna eminim. Çünkü öyle bir yüzün var ki okuma yazma bilmeyen bir kimse sadece saçlarından ilham alarak Nobel Edebiyat ödülünü üst üste yedi kez kazanabilir.
Sana çiçeklerin selamı var. Papatya hariç hepsi dargın sana. Onları da papatyayı sevdiğin gibi sevmezsen hiçbiri cennete dikilmeyecekmiş.
Bu arada papatyaları da böylesine sahiplendiysem papatya sevdiğimden değil, seni sevdiğimden.
Bunları sana yazıyorum. Sana yazmamın basit bir açıklaması var. Şiirlerde önümü kesen, şarkılarda kulağıma fısıldayan, kitapların satır aralarından fırlayan, filmlerde başrol oynayan ve kimi kutsallaşan geceler rüyama giren sensin. Özel bir sebebi yok anlayacağın. Altı üstü seviyorum.
Ve nasıl bitiriyor mektubunu Nazım Hikmet?
“Herkese selam, sana hasret”
VII
Ben mi çok seviyorum yoksa etraftakiler mi az seviyor. Sevmek, azla çokla olacak iş mi? Bir kere görmekle ya da.
Yağmur hiç bu kadar güzel yağmamıştı. Yağmur hiç bu kadar sırılsıklam ıslatamamıştı. Haziran ayında yağan yağmur ne kadar etkileyebilir ki insanı. Sen varsan başka tabi. Sen varsan her şey başka. Sen yoksan ama aklıma geliyorsan dahi…
Yağmur, diyordum, çok güzel yağdı. Yukarıdan ağan yağmura karşın yere bakarak yürüyen bir enayiyim. Bunun bedeli büyük olabilirdi. Seni görmeyebilir ve es geçebilirdim. Piyango vurmuş bir bileti rüzgara kaptırmaktan ne farkı var. Allah’ın sevdiği kullarındanmışım ki kafamı kaldırdım. Kaldırdım kafamı. Kafamı kafamı kaldırdım. Bilmiyorum çıldırdım mı. Sen, evet sen. Yağan yağmur, havanın bozukluğuna pavyon havası katan kırmızılı sarılı farlar, ıslak yol, ıslak gök, sırılsıklam ben.
Cadde sana yol vermek için yarışan arabalarla dolu ve karşıdan karşıya geçiyorsun. Saçın örülü ve omzunun üstünden önüne düşüyor, meleklerden çalınmış beyaz bir hırka ve elinde içinde ne olduğunu umursamadığım bir naylon poşet. Naylon poşetler dahi elinde o kadar güzel, o kadar doğaya zararsız görünüyor ki tarif edemem.
Sen olduğunu umarak, emin de olmayarak, umutsuzca yön değiştiriyorum ben de. Eğer o sen isen beni görüp de yön değiştirmiş olabilirsin. Yol değiştirmenin sebebi ben olabilirim. Zira şüphelerim var, içimde sana karşı beslediğim kırlangıçlardan haberdar olup bundan rahatsız olabilirsin. Durum onu gösteriyor ve öyleyse yağan bu yağmur, çok sıcak. Sanki bulutlardan değil de kuşların gagasından geliyor, ebabil kuşlarının.
Hiç bu kadar cüretkar olmamıştım. En büyük cüretkarlığımdı anasınıfında köprünün karşısındaki kıza güzel olduğunu söylemek. Adını hatırlamıyorum, yüzünü saçını yahut gözlerini bile. Ama anasınıfı çağındaydım ve mahalledeki sayılı oğlanlarla birlikte yılda birkere köprünün karşısındaki dedesine gelen bu kızı severdik. Cüretkarlık senin yüzünden vücudumu elegeçirdi.
Seni gözden kaybettim. Ne hırkana benzer hırka görüyordum etrafta, ne poşetine benzeyen poşet. Beni atlattığını düşünerek gidecektim ki eve bir dolmuş durağından bir seslenme geldi. Ben o sesin o perdesini, o tınısını, frenkansını ve dalga boyunu boşluk ortamda dahi alabilirim ve tanıyabilirim.
Bir nefes alış ve yine yeniden gözler. İnan bana o halinle silahlı bir terör örgütünden farksızsın. Gözlerinle insanları avlıyor ve toplumu kaosa sürüklüyorsun. Toplum olarak senin elinden kaosa da razıyız helak olmaya da. Duruyorum tabi ki, ve dolmuş durağının kapatamadığı yerde, aynı yağmurun damlalarını tadıyoruz. Aynı yağmurda ıslanıyoruz ve bir gökyüzünü, bir yağmur bulutunu paylaşıyoruz. Hepsini alabilirsin hepsi senin olabilir. Yanındaki teyzenin annen olduğunu söylüyorsun. Bir bağ kuramıyorum, yedi milyon insan var hiç biriyle bağdaştıramam seni sen çok farklısın, anlatamıyorum. Annenle de konuşuyorum tabi ama şimdi karşıma getirsen üç orta yaşlı hanımefendi, hangisi annen inan ayırt edemem.
Henüz 43 yaşında bir annen var ve inan seni ondan dahi kıskanıyorum.
Dünyadaki papatya yapraklarının sayısınca yemin olsun ki o an ayrılmak istemezdim yanından. Hatta kıyamete dahi seninle girip öbür dünyayı seninle geçirmek isterdim. Fakat şüpheleniyorum, anlamış olabilirsin, işte bu yüzden ayrılmam gerek.
Dünyadaki en zor ayrılışlar listesine girmeye aday bir ayrılış sezinliyorum ve bir parçamı orda bırakarak yola devam ediyorum.
İçim içime sığmıyor, bağırmak istiyorum “bana kağıt verin, kalem verin!” Sevgimi yazacağım size, bütün bilbordlara, bütün reklam panolarına ve afişe edilemeye müsait en mahrem boşluğa bile. Zira bir firdevsi değilim bu sebeple bir Leyla ile mecnun olamayız. Yetmeyecek fakat biliyorum, sevgim bilbordlara sığmayacak kadar büyük.
Ama unutmadığım sevdiğin oğlanı. Duyduğuma göre ondan da başka biriyle berabermişsin. Yüce rabbim, bu kızın kaderini Reşat Nuri’ye mi yazdırıyorsun neden insanın aklına gelmeyecek şeyler yaşatıyor?
Seni anlamıyorum. Çok normal çünkü ben kendimi de anlayamıyorum. Seni özlüyordum, gördüm. Ama halim insan görmüşten çok cennete girmiş gibi.Cennetim, benden fazla uzaklaşma.
VIII
Benim sana yazdıklarımı ilerde insanlar okuyabilir. Bu bazı insanların bazıları aşık olabilir. Ve bu aşık insanlar yazdıklarımı okuduklarında kendilerinden bir parça bulabilir. Bu bir parçaları sahiplenecekler ve kendilerine alacaklar. Yazdıklarım un ufak olacak. Ufala ufala yalnız sen kalacaksın geriye.
Ben de seni sahipleniyorum. Ama çok sahipleniyorum. Kimse bulamasın diye önsözlerin altına saklıyorum seni. Orada uzun yıllar yaşayabiliriz.
Hikayeler dinliyorum. Önsözlerinde başkası saklanan hikayeler. Her insan sevdasını yazmaz, kimisi yazmak yerine anlatır. Her aşk kitap olmaz anlayacağın; destan olur, hikaye olur, efsane olur.
Beş, altı kız. Okul bahçesinde yan yana oturuyorlar. Okulun “beni yağlayın” çığlıklarına duyarsız kaldığı kapsı kalp ağrısına inler gibi gıcırdıyor. Kalbine akan kanları hızlanan birisi var o kızlar arasında. Benim zamanında durduramadığım zamanı o durduruyor. Güneşi, bahçedeki insanları, elektirik telinde gaklamakta olan kargayı, okulun yanındaki tarlada çalışan çiftçileri.
Ama birisini durduramıyor. Aşkın gücü fizik kanunlarına boyun eğiyor. Oğlanın arkasından oğlana doğru yürüyen bir kız. Oğlanın gülümsemesi bir ayna gibi, güneşten gelen bütün sıcaklığı ve samimiyeti yayıyor etrafa. En çok da bankta oturan kız ısınıyor.
Oğlana bir şeyler söylüyor, peşinden giden kız. “Bana neden söylemediğin sevdiğini, benden saklanır mı?” diyor. Oğlanın yaydığı ısıyla yükselen hava soğuk hava katmanında yoğuşarak yağmur yağıyor. Sadece bankta oturan kızın kalbine. Kızın kalbi sırılsıklam oldu, şimdi sırılsıklam seviyor oğlanı.
Aslında iki yıldır sırılsıklam seviyor. Neden o, cevabını bilmiyor. Uzaktan gördüğüne göre öyle farklı insanlar ki. Fakat henüz bir selam dahi vermemiş oğlana. Günün yirmi beş saati etrafındakilere oğlanı anlatıyor. Artık vücudunu da kontrol edebiliyor. Eskisi gibi onu gördüğünde adrenalin kurbanı değil artık.
Oğlan hakkında hiç duymadığı şeyler öğreniyor iki sene içerisinde. Mesela oğlan okuyor. Kitap okuyor, şiir okuyor ama okuyor. Oysa o gözlerin arkasında sadece hayatla dalga geçen bir insan görmüştü kız. Hayatı okuyan oğlan kızı bir kat daha büyülüyor. Oğlan hayatı okuyor çünkü o bir şiirsever, siyasetçi değil. Mesela kumarbaz dediği Necip Fazıl’ı okuyor, komünist dediği Nazım Hikmet’i okuyor.
Oğlanın yazdığını da öğreniyor. Oğlan hayatı okuduğu kadar yazıyor da. Nazım kadar rahat ve serbest yazıyor, Turgut kadar beyefendi ve halden anlar yazıyor, Ahmed Arif kadar içten ve derin yazıyor. “O bir ruhken daha, bütün şairler mi gözlerine üfledi” diyor içinden kız. Onun hoşuna gitmeyen tek tarafı, sevdiği kıza yazıyor. Aslında sevdiği kız denemez; deliler gibi sevdiği, dünyayı yakarcasına sevdiği, güneşi üfleyerek söndürebilircesine sevdiği kız. Oğlan sevmeyi çok iyi biliyor. Ama kızı sevmiyor.
Kız ise öyle olgun öyle pişmiş… Sakın diyor, böylesine seviyorken başkasıyla birlikte olma. İşte o zaman sana olan sadakatim sarsılır.
“Mutlu ol, nasıl mutlu olacaksan öyle. Eğer o kızı uzaktan severken mutluysan… Beni düşünme. Hoş zaten düşünmüyorsun. Belki, belki adımı dahi bilmiyorsun.”
Umutsuzca seviyor kız, oğlanın haberi olsa belki yardımcı olur fakat oğlan kör. Büyük bir göz hastalığıdır aşk. Miyoptan illet, renk körlüğünden kalıtsaldır. Ademden beri babalar oğluna aktarır durur.
Atlar dahi, at gözlüğünün içinde ilerisini göebilir, geleceğini, yoldaki tümsekleri ve virajı. Kendi yolunu çizebilir. Fakat aşık insan uçuruma koşar. Ama aşk, kanatlandırmaz.
Kız bunu biliyor, oğlanın sonunu yukarda, meleklerin yanında izliyor. Melek gibi kız ama melekler emir almadan bir şey yapamazlar. Yardım edemiyor kız.
Ne kız oğlana, ne oğlan kız… Kısır döngünün içerisinde mutualistik bir yaşam hayali düşlüyorlar. Birbirlerine karşılıksızca yardım edebilecekleri… Fakat şu an umutsuzca sevme aşamasındalar, belki bu aşamada takılacaklar.
Kız eğilip yerden yerçekimli karanfili alacak. Oğlanın sırasına bırakacak. Oğlan ilk defa gördüğü bu çiçeği sevdiği kıza uzatacak, o kız da belki bir başkasına.
***
Gördüğün gibi. Dünyada umutsuzca seven yalnız ben değilim. Seni seven yalnız bir tek ben de değilim. Hayat bizim gibilerle dolu. Hiç biri de kavuşamıyor. Yazar’ın yarım bıraktığı binlerce aşk hikayesi dolaşıyor piyasada. Sonu gelmediği için bu ölümsüz aşklar efsane olamıyor. Sonu yazılıp kavuşanlardan da ölümsüz aşk efsanesi olmuyor.
Bu yüzden işte, hiçbir efsane ölümsüz bir aşkı anlatmıyor.
Ben seni anlatıyorum, seni sana anlattığım bana yetiyor. Ben efsane olalım demiyorum, bunu iddia da etmiyorum. Biz olmak fazlasıyla yeterli olacaktır zaten.
IX
TURUNCU ve MOR
Orta Afrikanın en derin, gizemli kabilesinin en kuvvetli büyücüsünün üflediği tılsımlar bile kokuşabilir. İnanmayacaksın ama her rüya dağılır, her büyü bozulur.
Sihirli kelimelerin susamla açamadığı kapılar vardır.
Her insan elbette farklıdır ve belki benim en sevdiği şehir Antakya’dır. Belki tutkum sana değil, yalnızca farklılıklaradır. Farklılıklar zenginliktir ya o kadar tamahkârım işte.
Turuncu ve mor asla yan yana şık durmaz. Aslında bunu umursamayabilirdik. Denizler birlikte olmak için birbirlerine karışmak zorunda değildiler. Yahut göle düşen yağmur damlası illa göl olmak zorunda değildi. Bulut gökyüzünde ama ay da gökyüzünde yıldızlar da. Şimşekler de gökyüzünde parlıyor, güneş de.
Sözüm o ki; farklılıklar çok güzel değil mi? Gözlerin de çok güzel ama onun yeri burası değil.
Resim yapamıyorum. Yine de tabakta meyve çizdiğimden iyi harf çiziyorum. FAkat seni anlatırken bir an yaklaşabilsem düşündüklerime, zihnimdeki resmi kurşun kaleme dökebilsem bu işten de elimi çekeceğim. Ama seni insanlara tam anlatmadan da vazgeçmeyeceğim. Vazgeçmeyecektim…
Nasıl ve ne kadar farklı olduğumuzu da anlatmam gerekecek sanırım şimdi.
Enstrüman olarak vücut bulsaydın batının sade olmasına rağmen en karmaşık sesi piyano olurdun. Siyah ile beyaz renkleri tuşlar üzerinde usta bir el dans ederken sen salonu zümrüt çılıklarınla doldururdun. Benimse tek yapabildiğim akordu dahi olmayan bir bağlama ile alevi deyişleri çalmaya çabalamak. Çığlığı andıran o sesle kulak zarlarını zorlamak.
Gökyüzüsün mesela, her daim mavi ve her daim ferah. Bense Anadolunun herhangi bir yerindeki, herhangi bir çeltik tarlasına su veren gölet. İkimiz de mavi olabiliriz biraz ama maviysem sebebi sensin. Sen uçsuz bucaksızsın, ben mevsimlik. Son su damlaları da buharlaşıp sana ulaştığında benden eser kalmayacak.
Kaç kere tekrar edeceğim! Güzelsin güzel! Notre Damme’dan fırlamış bir eğreltiyle neden işi olsun, yapma.
Biliyorum, ramazan girmeden, Şaban ayının on üçüncü Perşembe gecesi Sultan Ahmet’in o görkemli iki minaresi arasına “Papatya Güzeli” yazsam da sen o sıralar Ayasofya’da Meryem çinilerini inceliyor olacaksın.
İşte bu farklar. Bu farklılıklar sayesinde seviyorum belki de seni. Yine bu farklılıklar sayesinde de olmuyor.
Bir farklılık daha yapacağım. Hayır gün doğarken seni yazmaktan başka. Saat tam şuan 4.59 mesela. Saat dört, yoksun. Ve bibip sesi karanlığın zifirini yırtıyor, şafak söküyor. Saat beş, yok. Masa başında elimde kalemle güneşi uyandırıyorum. Bir dahakine beraber güneşi uyandıralım.Altı,yedi, ertesi gün, daha ertesi ve belki kim bilir? Bu son nefese yine Latin harflerinden bir başlık vereceğim.
Son nefese toprak atmak için ne kadar uygun bir usül. Belki seni anlatmayı bırakırsam gönülden de ıraklaşırsın. Aksi halde, hiç görmediğim halde unutmak yerine özlemenin başka bir açıklaması olamaz.
Zira yel esiyor ama değirmen dönmüyor/ Kuraklık bu, adın ekmeğe dönüşmüyor.
Not: Bunlar kâğıtla buluşurken uyuduğun rüyaların gerçek olma temennisi ile. O oğlanı görüyorsan sayılmaz.