Fırtınalı bir gündü. Ama o an gözlerim daha karanlıktı. Tanrı’nın sessiz gürültüsünü saydam kapıların arkasından korkakça izlerken yeni bitmiş sigaranın odanın köşesine savrulmuş aydınlığını izledim. Güçlü bir yıldırım gökyüzüyle birlikte karanlığı bir gölge gibi sahiplenmiş yüzümü de aydınlattı ve kayboldu. Tamamıyla siyahtım. Ağlamak, çığlıklar atmak ve yere savrulup kahkahalar atmak istiyordum. Ama ciğerlerim boştu. Artık görmek istemiyordum. Bunun için yalvardım ama hiçbir şey değişmedi. Kaos ve sessizlik… Yok edişin en kusursuz güzelliği… Kırmızı parlayan alevler ve kan yok. Umutsuz çığlıklarla ağlayarak yardım için çırpınan insanlar yok.
İnsanlar… Onlar acizler tıpkı kelebekler gibi. Sonsuz günün uğrunda çırpınarak etrafta uçuşan renkli ama ömrü sonsuzluğun içinde saniyeler etmeyecek kadar değersiz varlıklar. En küçük bir tozda kirlenebilecek kadar saflar. Siyahı bu yüzden arzuluyorum. Kirden oluşmuş bir şeyi kirletemezsin. O bu yüzden benim kraliçem, gelinim… Kimsenin anlayamayacağı kadar derin…
Gözlerim uzaktaki bir tepeye takıldı. Çok çok uzaklarda… Ve gördüm. Her şeyi gördüm. Gözlerimi alamayacağım kadar korkutucu. Beni darmaduman etti. Sallanarak, yıkılarak ve dans ederek geliyordu. İlk kez o zaman “gerçekten” anladım. İnsanların neden onu bu kadar beklediklerini… Harikaydı. Onun bu kadar hızlı yaklaşacağını bilmiyordum. Ama o şimdi burada ve ışıklarımı çalıyor. O herkes ve her şey! Yakınlığını atardamarımda hissediyorum. Yıkılmış bir şehirdeyiz ve o bir adım arkamda. O benim ve ben onunum. Düğün günümüzün son sessiz çanları…
Gözlerine baktım ve sonsuzluğumu gördüm.
Aklımdan geçen son şey ise “Keşke bugün hava güneşli olsaydı.” oldu. Kimse karanlık bir günde ölmek istemez çünkü.