Biz, Benî Âdemiz.
Kimimiz bir seher vakti tan yeri ağarırken ya da güneş batarken ve yahut günün muayyen vakitlerinden birinde hayatla göz göze gelerek sürgünler ülkesine ilk ve son adımımızı atarak geldik. Yaptığımız hatta yapabildiğimiz ilk şey ağlamaktı. Ya boğazımıza yapışan hayat ağlattı ya da dünyaya geldiğimiz için esefimize ağladık. Günler, bir at gibi dörtnala kalkar da süratli gider ya aynen bu mevzide gitti. Günlerin ardını haftalar, haftaların peşini aylar takip etti. Derken, seneler yavaş yavaş öbek halini aldı ve her defasında da ensemizde hissettik hayatın soluğunu. Ve öyle oldu ki kâh sevindik sürûrlarımıza kâh hüzünlendik nedâmetlerimize. Kaçışı yoktu günlerin, olacaktı işte, istese de istemese de ya hüzne ya sevince.
Bu da geçer ya hû deyip boyun eğecektik ilâhi kadere. Yahut âsi olup başkaldıracaktık bentlerle çevrili kaderimize. Ulaştık işte ömrün üçte birine. Beynimizin en ûcrâ köşelerine kadar ‘’ Hayat; kendisine karşı çıkanlara ezici, onu kabullenip yolundan çekilenlere ise kucaklayıcı’’ mısraasını nakşederek geldik tâ ki şu anımıza kadar. Diğerleri gibi bizim de istikbale dayalı hayaller ve hedeflerimiz vardı düşüncelerimizde. Ya biz birer birer vazgeçtik onlardan, ya da onlar terk etti teker teker. Bazen çareyi ağlamakta bulduk. Öyle ki buğulu camların ardına geçip, yağan yağmurları ıslak gözlerle seyre daldık. Geçtiğimiz yollarda ki cam kırıklarını gökten düşen bir yıldız gibi gördük. Siluetimiz gidip=geldi masmavi sular üzerinde.
İnsanlar arasında öyle kişiler oldu ki hareket halindeki bulutlara salıncaklar kurdular. Mehtabı uyandırmamak için ardı ardına kürek çektiler uykusuz gözlerle. Onlarında güzel atlara binip gittiklerini gördük. Yani yolculuk vardı uzaklara. Ölüm ki tek başına ihtişamlı bir ordu gibiydi gecenin koynunda. Ve derken gece yarısı oldu. Arkasından da sabah oldu derken, gördük ki bizlere emanetleri atlarının ayakları altından çıkan bir toz bulutuydu sadece.
Her gün yapmış olduğumuz gibi gözlerimizi yumduk, birde açtık ki ömrümüzün üçte ikisine gelmişiz, kendimizden habersiz halde. Yokuş aşağı yürümeye başlamışız. O DA NE!!!!! Koşuyoruz işte. Arada ayağımız takılıyor gayrı mücessem nesnelere. Ardımıza bakmaya artık, ne zamanımız vardı ne de yaşamak için ikinci bir baharımız. Bu saatten sonra güz mevsiminde ki hayatı anlatan daha ziyadesi ile yolun sonunda ki ayrılıktan haber veren olacaktık. Birçok şeylere sahip olduğumuz kanısına varmışken, bazı şeylerden de yavaş yavaş el etek çektiğimizi gördük her nefes verişimiz de.
Seneler birbirinden habersiz günlerini geçirirken, bizlerin de, bulutlarla kaplı gökyüzünü izlerken tosladığımızı gördük ömrümüzün üçte üçlük kısmına. Öyle ya ramak kalmıştı bizlerin varlığa ya da yokluğa. Bizler bir cüce yaptıklarımızsa bir dev olmuş. Ya seni kollayan bir eski dost ya da rüyaların da senin peşini bırakmayan bir kâbus bir kan davalın gibidir. Bir an olsun seni bırakmayan.
ARTIK BİR TEPEDESİN SENN! ! !
Öyle ki; hem ardını görebildiğin hem de önünü gözlemleye bildiğin bir dağın tepesi işte. Artık meltem rüzgârlarının yerinde insanın kemiklerine kadar titreten kuzey rüzgârı esiyor. Vakit ki bir kızıl akşamı. Sahipsiz kalmışız damıtan bir mağara gibi. Biliyoruz ki O tepede ki nakşımız insanların omuzları üzerine olan tabutla toprağa taşınacaktır. Artık son kalan baharımızı da yaşamışızdır. Bir hazan mevsiminde gözlerimizi açmıştık yine bir hazan mevsimin de dünyadan ebediyete göçeceğiz biraz sonra. Ölüm; ya şeb’i arus ya da sonun bidayeti. Arkası kesilmiyor ıstırap ve kederin. İnsanın vardır sırtın da gök misali yükü. Bu yükünü ya yarenine teslim edecek ya da ağırlığı altında ezilip gidecek.
Kendisi artık yatıyordur musalla taşında. Hatta cemaat arkasın da kendisi ise en önde. Saatleri geçtik, dakikalar sonra toprağın en mahrem yerinde yatıyordur. Soğuk sükûnetle beraber sessizlik var toprak üzerinde. Kabir ise ya cennet bahçelerinden en müstesna bir yer veya da cehennemin en aşağılarından bir çukur. Artık insan için dünya; boş lâkırdılı bir alem olmuştur….
Ezcümle ile; SÜRGÜNLER ÜLKESİNDEN, BAŞKENTLER BAŞKENTİNE…
Hasan sezer