Birbirlerinin iyiliği kisvesi altında yaş’landıkça ağırlaşan toprağın yoğun neminden çok benlikleri, işleri güçleri terletiyordu insanları. Önce birbirimize sadece gülerek aşık olmanın mümkünlüğünü fark ediyor sonra cinayetimize intihar süsü veriyorduk. Ellerimizdeki kazma küreğin adı inisiyatifti. Önce kendimizi sonra bizi yok edecektik. Tam da o sırada kazıyorduk toprağı. Diri diri gömecektik oraya bizi, sen ve ben olacaktık aynı hırsla. Duyulan tek ses, nefes alışlarımızın verişlerimize yetişmek için ettiği acelenin sesi. Soluklarımızı sollayıp kaza yapmamız, birbirimizi öldürmemiz an meselesi.. Saniyenin milyonda biri olasılıkla bulmuşken aynı oranda kaybetmek bizimkisi. Doğmamış çocuğa ağıt gibi.
Hissettiğinin ağırlığınca hafife alınıyordun. Terazinin yer çekimine yenik düşen tarafıydın. Fizik kurallarınca hafife alınıp, hafife alındıkça ağırlaşan şekilli beyaz tenli bir demir yığınıydın. Üzerinde kaç kilogram yazdığının önemi yoktu, ki her zaman küsüratın daha fazlaydı kadın. Boyundan uzun sevmemeyi öğretemediler sana mesela, aklın sevince bir karış havada kaldığı için hileli kaldın. Seninle bir poşetin içindeki rengarenk, kokulu yaz meyveleri bile tartılmak istemiyorken sen aşk diyorsun. Güldürme beni kadın güldürdükçe gamzeni bir adamın hayali ile dolduruyorsun. Gözyaşına suyun kandırma kuvveti deyip, yanaklarına bir heves çocuklar gibi dizlerini büküp gemiler indiriyorsun. Üzerinde yollar alırken kolların büsbüyük sarılıyor gökyüzüne, mavi. Adına hayat diyorsun. Dibinde ise o açtığın kolları çırparak yorduğun için ölüm diyorsun, siyah. Düştüğün için kızıyorsun, seni bir tutam aşk yerine suya gömmelerine izin verdiğin için öfken. Halbuki geminin koruma demirlerinin önünde, gözün kapalı maviliği yaran sesi de, tenine teğet geçen rüzgarı hissetmek isteyen de sendin kadın, kim seni zorlayabilirdi ki buna ? Aşk, en güzel ikna biçimiydi sende. Sigara dumanının serseriliğinden hallice. Biçimsiz ama güzel. Tam da o sırada Sylvia Plath’ ın bir sözü örs kemiğine bağdaş kurmuş, kendini hatırlatmak için kahkahayı basıyor . Evet işte basbayağı kıkır kıkır gülüyor orda, dinle bak!
“Düşmüş olduğumu ve daha fazla düşemeyeceğimi bilmek rahatlatıcıydı.” diyor. Duymuyor musun? Gözünü yoldan ayırdığın için mutsuzsun kadın, solladın yine öldürdün kendini biçimlice. Ben senin mahvedilmiş tirşe mavisi hayatınım. Görmüyor musun?
Çanlar senin için çalıyor kadın. Çapayı atalı, gözünü açalı hafta geçmiş. Karaya oturmuşsun. Halatı, hiç tanımadığın, güneşten epey kararmış, gerçek ten rengini kestiremediğin bir iskele memuruna var gücünle atıyorsun. O da var gücüyle sabitliyor seni iskele babasına. Yeni sefere ne zaman çıkacağın meçhul, gemin yosun tutabilir, sen yorulup, buruşup gidebilirsin hayattan. Kim bilir?
Şimdi, bir adamdan gitmenin de kovulmanın da tam vaktidir, öğlen sıcağıdır. Yakıcı. Ayşe Teyze yemeğini yeni söndürmüş, dedikodusuna bahane köpüklü kahve kapısı arıyor. Hamdi Bey aynı köpüklü kahveyi güneşten kavrulmuş kasketini akranlarının oturduğu yeşil örtülü masaya fırlattığı esnada istiyor, “yanında buz gibi soğuk su getir evlat!” Sen ise traktörlerle karpuz satılan mahallelerde yüzünü yastığa gömüyorsun. Kendi gözyaşını kendi gamzende biriktir kadın! Ayağını kaydırıyorsun, düşüyorsun sonra. Hadi yürü git işine be kadın.. Benim sana verilecek aşkım yok!