Kırpılmış okyanuslardan o koca bir bütün gökyüzüne bakmaya mecbur olmak nedir öğrenmişti. Çok soğuktu, dahası sırtı buz tutmuş ve hırçın dalganın birine yapışıp kalmıştı. Bu halde kullanabildiği yegane uzuvları kollarıydı. Birkaç başarısız denemeden sonra yer değiştirmekten de vazgeçmişti. Kıyıdan bu kadar uzaklaşmadığı zamanlarda da vazgeçmeyi severdi fakat vazgeçmeyi sevmekten bir türlü vazgeçememişti. Pişmanlığını yokladı; maalesef biraz bile pişman değildi. Pişmanlık, umut edebilenler için vardı. Oysa o biliyordu geçmişe dönüp seçimlerini değiştirse bile hiçbir sonuç onu mutluluğa ulaştıramazdı. Kendisine anları güzel hislerle doldurmaktan bahsederdi bir zamanlar. Yine de güzel anlar, anılara dönüştüğü zaman gözyaşları esir alırdı anıları andığı o anları. Güzel anılar biriktirmek de anlamsızlaşmıştı işte şimdi, pek çok diğer şey gibi. Düşüncelerden sıyrılmak gibi bir niyeti yoktu ama şu bulutsuz, yekpare gökyüzü sinirlerini bozuyordu. Nasıl da başaramamıştı kendi parçalarını bütünleştirmeyi ve başkalarıyla bir olmayı. Her seferinde olduğu gibi sessiz sessiz akmaya başlamıştı gözyaşları, yanakları ısındı ve doğrusu ısınmış yanaklar ona hiç yakışmazdı. Hem gökyüzünden utandığından hem de ona bakarken acı duyduğundan avuçlarıyla yüzünü kapattı. Bu kendine sarılmanın en saf haliydi. Bir an hareket etmemeyi ve sonsuza dek beklemeyi çok sevdi. Beklentisiz bir bekleyen olmak, hayatı gibi koca bir ironiydi. İroniyi sevdi, sinirlenmiş rüzgarları sevdi ve boşlukta kilometreler kat etti. Gökyüzü de elbet bir gün parçalanacaktı ve tüm o kilometrelerin sonunda, parçalandığı gün onun yanında olmaya söz verdi. Yine kendisine..