BÖLÜM -4-
Hayatında ilk defa bir hayalini gerçekleştirmek istemiş ve ona da çok geç kalmış bir adam vardı aynanın karşısında… Umudunu yitirmiş bir yüz, aylardır kapanmayan bir çift göz.. Hayallerine koşarken düşüp yüreğini yaralamış bir insan.. İntiharın eşiğinde urganı boynuna geçirmeye çalışan birinden farkı yoktu.. Bedenini değil de hayallerini intihara sürüklemişti aslında. Uzunca baktı aynaya acizliğin, hiçliğin yüz bulmuş haliydi. O bu büyük şehirde kimsenin farkında olmadığı koca bir hiçti. Yıllarca yaşadığı o karamsarlığı nasıl olduysa hiç kimse görmemişti. Karşısına oturup içini dökeceği, her gece astığı hayalleri anlatacağı kimsesi olmamıştı… Eğer biri farketseydi onu da hiçliğe çekerdi, öyle bir yıkımın altında binlerce insan kalabilirdi. Belki de insanlar bunun farkında olduğu için mi adama bir hiç gibi davranıyordu? Belki de o yıkımı görüp enkazın altında kalanların gün yüzüne çıkmasını istemiyorlardı. Zaten çıksa çıksa 1-2 acı birkaç da yürek yakan hikaye sağ çıkardı o enkazdan..
Kafeye gittiği günün üzerinden nerdeyse bir ay geçmişti. O arada o hiç sevmediği işinden ayrılmış, o yıllarca oturduğu eski apartman dairesini satmış ve kendini hiç olmadığı kadar dağıtmıştı. Aldığı eski küçük beyaz karavanını ayçiçek bahçelerini gören bir kuytuya çekmiş, arkasına dahi bakmadan hayatının 15 yılının geçtiği o sokaktan öylece çekip gitmişti. Şu aralar daha çok sigara içiyor daha çok düşünüyordu. Artık çevre köylerdeki insanlar da ona alışmaya başlamış adamın elini bile sürmediği yemekleri getirip durmuşlardı. Yiyemiyor, içemiyor ve zaman geçtikçe daha bir durgun daha bir halsiz oluyordu. Bir ayda 12 kilo kaybetmiş dışarıdan adeta deri ve kemik yığınını andırıyordu. Gözlerinin altı uykusuzluktan kararmıştı, gamzeleri zayıflıktan kaybolmuş tanınmaz bir hale dönüşmüştü. Eski bir karavan ve hiç düşünmek istemediği o derin düşünce kuyuları.. Artık daha bir ağır geçiyordu beyniyle arasındaki kavgalar. Haklı çıkmak için değil de kafasının içindekileri susturmak için savaş veriyordu artık. Bu savaşları eskiye göre daha bir sert geçiyor, sinirden kendine zarar vermeye başlıyordu. Kolundaki bıçak kesikleri, bacağındaki sigara izmaritinin izleri kavgalarından geriye kalan tek şey olmuştu…
Evinin parasının yarısıyla bu eski karavanı satın almıştı. Kalan parasıyla ise sigara ve kahve alarak tüm gününü karavanında geçiriyordu. Artık gidecek bir işi yoktu, yüzüne gülümseyen yapmacık insanlar yoktu. Aslında onların arasında yaşarken daha sakin geçiyordu beyniyle verdiği savaşlar. Kendini mi dizginleyebiliyordu acaba? Toplumun üzerinde yarattığı baskılardan dolayı mı sıradan insan gibi davranıyordu zaman zaman? Onlarla yaşarken dışarıdan onlar gibi görünüyordu, fakat şuan uzaklaşmışlığının birinci ayında çok daha farklı bir insana dönüşmüş buldu kendini..
Artık özgürdü. Şehirden ve belki de kendinden kaçabileceği yeni yerlere yelken açabilirdi. Uzun yollar belki de unuttururdu her şeyi. Güzel bir müzikle yeni doğan güneşe doğru yola çıkmak istiyordu. Karavanındaki köylülerin tabaklarını ağacın altına koydu, “Beni hep var saydınız, sorgulamadan, yargılamadan ekmeğinizi paylaştınız. Teşekkür ederim..” yazan küçükte bir not iliştirdi. Bindi karavanına ve güneşe sürmeye başladı. Artık saate bile bakmıyordu ama güneşin yükselişi saatin altıya geldiğini anımsatıyordu. Kahvesinden yudumlarken güneşi izliyor, güneşin hala ısıtamadığı o soğuk havayı bedeninde hissediyordu. Birkaç saat sonra “Söke-Aydın-İzmir” tabelasını gördü, karavanını İzmir’i işaret eden yola doğru sürdü..