İstanbul’un dar sokaklı, ücra köşelerinden birinde iki odalı en küçük sarsıntıda “yıkılırım”, diye bağıran bir evde uykusundan ter içinde uyandı Meltem. Korkmuş ve terlemişti. Ürkmüştü. Sakin bir köşe arayan ceylan ve fırtınadan çıkıp sakin bir liman arayan gemi gibiydi. Harap içindeydi: Saçı başı dağılmış, gözleri kocaman açılmış, dudağının kenarında güzelliğine gölge düşürecek olan dışarıdakilerin “akşam çok mu ısırttırdın” diye yorumlarına yol açacak olan çirkin bir uçuk çıkmıştı. Kafasını koyduğu yastık da ter içinde kalmış sırılsıklam olmuştu. Rüyasını suya anlatmaya karar verdi. Rüyalar suya anlatılırsa su onu alır uzaklara götürürdü Meltem’in inancında. Geceleri de yıldızlara anlatacaktı. Meltem’in inancında yıldızlara anlatmak da kötülükleri uzayın karanlık boşluğuna göndermekti. Yıldızlar kötülükleri alır karanlık boşluğa bırakırlardı. Bu da yetmeyecek yorumlar duymak için komşulara, camii hocasına, az aşağıdaki kilise papazına da anlatacaktı. Yaşadıkları semt iki dinin insanlarının bir arada olduğu bir yerdi. Bir ara Hıristiyan komşularına da anlatmayı düşündü. Sonra, herkesin önce insan olduğunu hatırlayarak bu düşüncesinden, kendinden tiksindi En mantıklı geleni aslında rüyasında gördüğü şeyin sahibine rüyasını anlatmaktı ama korkuyordu. Nasıl yapacaktı bilmiyordu. Birilerine, bir yerlere anlatmalıydı. Sonra başka kimlere ve nereye anlatılabilir diye düşünmeye başladı. Gelin o anlatma seçeneklerine düşünedursun biz eve bakalım:
Aslında evi o kadar anlatmaya gerek yok ama biz yine de biraz değinelim. Ne de olsa her evin anlatılacak bir hikayesi, yıkık dökük gibi bazı özellikleri vardır. Meltem’in evi gibi evler zaten böyle özelliktedir. Ev en küçük sarsıntıda “yıkılırım”, diye bağıran bir evdi. Kocasının ölümünden sonra ona ve İstanbul’da üniversitede okuyan oğluna kalan tek şey dar bir sokakta yer alan bu iki katlı evdi. Eskiden Rumların yaşadığı şimdiyse Meltem’in yaşadığı bir evdi. Evin salonu her İstanbul evinde karşılaşılabilecek bir salondu. Halı altına kilim serilmişti. Duvarlarda aile fotoğrafları boydan boya asılmış evi gözetliyorlardı. Meltem evde olmadığı zamanlara ev onlara emanet olurdu, eve geleni gideni gözetlerlerdi. Meltem evde olduğunda bile pek kimse gelmediğinden Meltem yokken de ev sesiz sakin olurdu. Onlar yine gözetlemeye devam ederdi. Hırsızın bile uğramayacağı evlerdendi. Ev Meltem ve onlara aitti. Meltem evde olmayınca sıkılırlardı. Evin girişinde eve gelecek olanın ayağına hemen uzatılmayı beklenen terlikler dururdu. Onlar hep orada dururdu da bir türlü ayak görememekten yakınırlardı ama terliklerin dilinin olmayıp da konuşamaması bazı durumlarda iyiydi. Böyle evlerde terlikler de fakir kalırlardı. Ayağa girecek misafir bulamazlardı. Oturma odasında bulunan vitrinse odanın duvarında boydan boya uzanmış evin içine hakimiyet kurmuştu. Evde en geniş alanı o kaplardı. Meltem’in yatağı bile o kadar uzunlukta değildi. Bu ev işte böyle bir evdi. İstanbul’da rast gele kapısını çaldığınızda içeri girerseniz karşılaşacağınız her ev gibiydi. İstanbul taşı toprağı altındı ama cepte para olmayınca toprak da altın olmaktan vazgeçerdi bu evlerde.
Meltem öyle sık sık rüya gören bir kadın değildi. O gece gördüğü rüyadan uyanınca şöyle düşündü: “Aman tanrım bu da neydi?”, rüya görmeyen birinden gelebilecek olan bir düşünceydi bu. Zaten fazla rüya görmeyenler rüyadan uyanınca onu anlamaya çalışır ve şaşkınlaşırlardı. Meltem’de ne olduğunu anlamaya çalıştığı rüyaya karşı şaşkındı. Rüyasını birilerine, bir yerlere anlatmalıydı. Rüyasının bilinenin dışında bir anlamı olmalıydı. Tüm anlatma yollarını düşündükten sonra, “anlatılması gereken kişiye anlatılmalı”, diyerek kime anlatacağını bulduğunda içi biraz olsun rahatlamıştı. Yataktan kalkıp üzerini giyinmeli ve evden çıkmalıydı. Öyle de yaptı.
“Senin bir kendin vardı. Hatırlar mısın? Mahallede onu rüyasında görmeyen olmamıştı. Ben hariç ama ben de dün gece rüyamda gördüm onu. İki çocuk vardı. Üniversite bahçesinde bankta oturuyorlardı. Sonra önlerinden bir kız geçiyor ve birisi kalkıp kızı takip etmeye başlıyordu. Ama öncesinde kızın gelişini, önlerinden geçişini ve uzaklaşmasını uzunca süzüyor ve bir şeyi inceliyormuş gibi kıza bakıyordu; sonra kalkıyor ve takip ediyordu. Kız fakültesinden içeri giriyor, sınıfına gidiyor oğlan hâlâ peşinden gidiyordu. Sonra sınıfın önünde duran iki çocukla konuşuyor ve kızın bölümünü öğreniyordu. Ebet aynen böyle oluyordu.Dur şaşıracak bir şey yok bunda. Öyle ağzını belertme devamını dinle. Sonra ertesi sabah çocuk kızı bekliyor aynı sınıf kapısı önünde. Kız çocuğu görüyor ona baktığını fark ediyor ama geçip gidiyordu. Sonra ertesi sabah yine aynısı oluyor. Neyse sonra çocuğu sınavda görüyorum. Heyecanlı. Her soruyu hızlıca yazıyor. Sürekli saatine bakıyor. Sonra bir anda kağıdını verip sınıftan fırlıyor. Üniversite bahçesinde öyle bir koşuyor ki diğer çarptığı öğrencilerin arkasından bağırmalarını duymuyor bile. Sadece koşuyor. Aynı bankın önünden geçiyor, sınıfın önüne gelir gelmez sınıf açılıyor ve kızla göz göze geliyorlar. Bir anda kendimi onların yanında buluyorum ve tam o anda bir kedi geliyor beni tırmalıyor. Senin kediydi. Kapkara bir şeydi. İşte tam rüyamda sevineceğim bir anda bir kedi tırnağının verdiği acıyla uyanıyorum. Gözüm aşlı ve terliyim. Her yerim sırıl sıklam olmuş. “Bu da neyin nesi diyorum”, saatlerce yatağın içinden kalkamaya çalışıyorum. Rüyanın anlamını bilmek istiyorum. Rüyalarla aram pek iyi değildir ama bu rüya beni oldukça korkuttu. Üstüne sütük senin kedin olunca ve sonuçları aklıma gelince… Senin kedi uğursuz. Hiç öyle bakma! Bunu sen de biliyorsun. Şimdi bunun anlamı nedir?”
Meltem gördüğü rüyasını anlattıkça daha çok korkuyor, korktukça titriyordu. Kedinin uğursuzluğuydu onu korkutan. Belirsizlikti onu korkutan. Gördüğü rüyanın anlamını bilmek ama bazı şeyleri bilmek ve aynı şeyleri yaşayıp yaşamayacağını bilmemekti onu korkutan. Kedi kimin rüyasına girse ertesi gün rüyayı görenin ya kendisi ya da yakınlarından biri ölürdü. Ölüm korkusuydu onu korkutan. Ölümün gelip gelmeyeceği, kime gideceği, ne zamana olacağı gibi belirsizliğin yarattığı korkuydu. Zaten korkular hep belirsizlikten kaynaklanırdı. İnsan bilmediği şeyden korkardı. Rüyanın bilinen dışında bir anlamı olmalıydı. Oğlu da üniversitede olunca korkusu daha da artıyordu. Bu sefer bu kedi ölüm getiriyor olamazdı. Olmamalıydı. Korkuyordu.
Rüyasının anlamını bilmiyor ama rüyasında gördüğü kedinin yarattığı etkiyi biliyordu; bu rüyanın anlamı ölüm olmamalıydı, başka bir anlamı olmalıydı. Bunu da düşünüyordu ama bunu duymak istemiyordu. Rüyasını anlattıktan sonra oradan gitmek istedi. İçinde bir tiksinti duydu. Oradan gitmek hatta kaçmak istiyordu. Evine gitmeli ve çarşafın altına girip saatlerce uyumalıydı. Ama uyumaktan da korkuyordu. Aynı rüyayı yenden görebilir ve bu sefer daha kötü olabilirdi. En iyisi bir an önce eve gitmeli ve suya anlatmalıydı. Gece de yıldızlara anlatır bu sıkıntısından kurtulurdu. Verdiği bu kararın ardından hiçbir şey söylemeden evden aniden çıktı. Kadın arkasından sadece bakakaldı ve o gittikten sonra arkasından “Deli midir nedir?” Hem rüyasını anlatıyor, dertleşmek istiyor hem de hiçbir şey söylemeden gidiyor”, diyerek günlük hayatına devam etmeye karar verdi. Bu sırada Meltem’de evinden içeri girdi.
Umutsuzluk ve ümitsizlik içindeydi. Çaresizdi. Ne yapacağını bilmiyor evin salonunda öylece dolaşıyordu. Onu gören hapishane avlusunda volta atmaya hazırlanıyor sanırdı. Gerçi evi de dört duvardan ibaretti ve hapishane koğuşundan farkı yoktu. O da mahkumların havalandırmaya çıkarılması gibi ara sıra kendini açık havaya atıyor kapının önüne oturuyordu, gördüğü komşularla iki hoşbeş ediyor, ara sora bakkala gidiyor yeniden dört duvarına geri dönüyordu. Onu gören İstanbul’da değil de köyde yaşadığını sanırdı. Bu yaşına gelmiş daha deniz görmemiş, müze görmemişti. İstanbul’u sadece yaşadığı mahalle kadar biliyordu. Kocası genç yaşta ölmeseydi belki onu gezmeye götürürdü. Hatta belki Eminönü’ne, Taksim’e, Çamlıca Tepesi’ne ve daha nice güzel İstanbul yerlerine götürürdü. O da o zaman bu hapishane havalandırmasının dışında başka başka İstanbul havaları almış olurdu. Bunu yapamadığında hava aldığı tek yer kapısının önü, mahallesi olurdu ki şimdi de onu gören mahalleye çıkmadan önce evinde dolaşmasını volta atmaya hazırlanıyor olarak yorumlayabilirdi.
Tam bu sırada kapının zili çalınca bir anda irkildi. İrkilmesiyle iri göğüsleri bir anda yukarı çıkıp hemen aşağı indiler. Kendisine gelmek için başparmağını dişine getirip dişine bastırarak başını yukarı ittirdi ve “Allah sen yetiş”, dedi. Sonra sağ eliyle önce sağ sonra sol yanağına bir tokat atıp kendisine gelmeye çalıştı. İnancına uygun olarak korkusunu atlattıktan sonra kapıyı açmaya gitti. Gelen oğluydu.
“Anne merhaba. Bu Selin. İki yıl önce tanıştım. Üniversitede. Bankta otururken gördüm, peşlinden gittim, konuşmak istedim. Ciddi düşünüyoruz ve seninle tanıştırmaya getirdim. Bu sene okul bitince senin de iznin olursa askerden sonra evleneceğiz”.
Oğlu konuştukça Meltem dinliyor dinledikçe de içi rahatlıyordu. Eve matem değil sevinç gelmişti Oğluna yaklaştı, sarıldı ve ağlamaya başladı.