” Gitmeyin! Beni bırakmayın! ” Diye bağıran ses, kalbimin üzerinde arabanın kapısının örtülme sesiyle beraber gümbürdedi. Arabaya bedenimle yapışıp geldiğim yere dönmek istiyordum. Çoktan köşeyi dönmüştü. Telefon kulübesine koşmak istedim ama cebim boştu. Sadece kıyafetlerimle, buz kesen caddeyle baş başaydım. Sinir krizi geçirmek üzereydim. Nasıl yapacaktım? Nasıl bu olabilirdi? Aklım almıyordu ama almak zorundaydı. Ayazın derimi kaldırırcasına ürperterek caddede yürümeye başladım. Burası orta halli bir şehirdi. Henüz sabah 06.00 olduğundan belediye çöpçülerinden başka, tek tük insanlar görünüyordu. Midem sancıyor, insanların hareketleri midemi bulandırıyordu. Caddeyi tanımak ve durumu sindirmek için yürümeye devam ettim. Bankanın önünde oturmaya başladım. Binalara, pencerelere, ayak seslerine, martı seslerine, caminin minaresine bakarak midemi oyalamaya çalışıyordum. Önümden sabah sarhoşluğuna bulanmış bir adam geçti. İlk deneme için ağzımı açmamla beraber içime gömüldüm. Ağlamak istiyorum. Madem bana bunu reva gördüler herhangi bir sebepten kendimi parçalayacak ortam yaratabilirdim. Ama gözlendiğimi unutmamam gerekirdi. Taşların birbirine dolanan, ayrılan çizgilerini, süpürgelerden kaçtığını hayal ettim. Bu çizgiler kırık camlar gibi dağılsaydı . Baktığım manzaraya bir gök taşı düşseydi. Dünyayı yutuverseydi.
İki sivri burunlu kadın ayakkabıları önüme geldi. Kafamı kaldırdığımda şişik elmacık kemikleri üzerinde, gözlüğün ardından bakan küçük gözler zar zor bir tiksinti belirtisi gösterdi. ” Çekil ” demek istiyordu bana herhalde. Tatlı, meyveli, biraz da feminen parfümü beni biraz daha aşağıladı. Eğilerek iki adım atıp oradan uzaklaştım. Ağzında sigarasıyla belediye işçisi bana donuk gözlerle baktı. Yanına yaklaşıp ağlamak, bütün olanları anlatmak, sonra da kimseye anlatmaması için onu öldürmek istiyordum. İki saat sonra insanlar çoğaldı. Evler doğurup sokağa attı insanları. Benim gibi. Herkes bendendi. O yüzden herkesle her şeyimi paylaşabilirdim. Benden istenildiği gibi onlardan para, yiyecek isteyebilirdim. Evet onlar da benim gibiydi. Kafamı kırıyor olmalıydım.
Hayatım boyunca dönüp bakmayacağım insanlar önümden gürül gürül akıyordu. Rüzgarda sallanan sazlıklar gibiydım. Hepsi yürüyordu. Koşmak isteyenin altında ezilecek ya da onu ezecek gibi belli bir hızda yürüyordu. Topluluk düzen gerektirirdi. Farklı bir harekete olanak yoktu. Orta yaşlı kamburumsu süslü kadınlar, çarşaflı kadınlar , giydiği çarşafı şişirterek yürüyordu. Saçları boyasız makyajlı, makyajsız kızlar, öğrenciler, gitarlılar, pantolonun bir kısmı özel olarak beyazlatılmış kısa boylu, esmer genç erkekler, göbekli, sigara içen erkekler, dörtlü arkadaş grubu, pembe pantolonlu, şallı türbanlı kız, dik saçlı, kareli gömlekli, düşük bel pantolonlu gençler uyumla, bazen birbirini tanımayan insanlar birbirini keserek yürüyordu. Ters yönlere, aynı yönlere… Oturduğum yerde halsiz düşmüşüm.
Deklanşör sesiyle irkildim. Karşımda öğrenci olduğu her haliyle belli olan, fotoğrafçılığa merak salmış, farklı olma adına poposunun resmini çekip sosyal medyaya koyacak hırsla dolu, iri fotoğraf makineli kız, uyurken güzel bir kare yakalanacağını düşünüp resmimi çekiyordu. Gözlerimi açınca büyü bozuldu. Çektiği resme gülerek bakıp oradan kaçarcasına uzaklaştı. Midem açlıktan yanıyordu. Artık benden istenileni yapmalıydım. Asabım iyice bozulmuştu. O kızın saçlarından tutup ” Gel bakayım buraya! Deyip kendimi tanıttıktan sonra o akşam evinde rahatça kalabilir, onunla beraber olmam için ayakkabımın altını yalayabilirdi. Bunu yapamazdım. Aşağılık kız.
Elimi açtım. Daha önce dilencileri dizilerde görmüştüm. Bazen mahallelerden geçerken arabama bakarlarken onların yüzlerine bakma gereksinimi duymayıp bedenlerini seçmem gerekiyordu çarpmamam için. Elimi açıp zengin ya da dışı batı içi Hindistan olan insanlara birkaç kelime mırıldandım. Yüzüme ifadesiz bakıp geçtiler. Fakirlere yönelmiyordum. Çünkü onlar fakirdi. Alacağı ekmeği hesap ediyordu. Ama saatlerdir tek bir iyi giyimli elime beş kuruş koymamıştı. Soğuktan ayaklarım, ellerim, midem sızlıyordu. Sinirlerim gözlerime vardı. Birinin yakasına yapışıp onu öldüresiye dövmek istiyordum. Ezan okunmaya başladı. Şehri kapladığında dilencilerin nasıl para istediğini hatırladım. İşin içine Allah’ı katmam gerekiyordu. İyi giyimliler belki etkilenirdi. Gereken kelimelerde istemeye devam edince bu sefer iyi görünen yüzümle yaptığım hareketin çelişmesine bakıp şaşkın ifadelerle önümden geçiyorlardı. Ellerimi koltuk altımda ısıtmaya çalışıp artık sinirlerimi gözlerimden çıkarmaya başladım. Beynim et yiyen bitkiler gibi ağzını açıp kapıyordu. Yüzümün kenarında tırtıklı eli hissedince paniğe kapıldım. Yaşlılıktan içine göçmüş bir çift yeşil gülen gözlerle baktı. Defol git demek istedim ama yüzümü eğmeye devam ettim. Dizlerimin üstüne bir kağıt para bırakıldı. Para! Kağıt para! Para demek yemek demekti. Dizlerimdeki kağıt parayı alınca bir simitçi, fırıncı aradı gözlerim. Mıknatıs gibi bir cama yapıştı. Gidip sabahtan kalma poğaçalar, simitler aldım. Onları mideme indirirken adamın tırtıklı elini düşündüm. Çiftçi miydi acaba? Yüzünde çizgiler vardı. Her neyse kimin umurunda? Lanet olsun, uyuşturucu batağına saplansın, ağzından köpükler saçarak yok olsun bu dünya! Babam da, ailem de, ben de! Tarihin başlangıcından bu yana hiçbir şey anlayamamış, anlasa bile ikinci günde çarpıtmış, ölenin öldüğüyle kaldığı, yamyam dünya! Ben en iyisini yaptım. Babam suçlu! Annem ne diyebilir ki bu duruma? Kendisi babamın parasına adamış hayatını. Aptal kadın!
Gece sızlayan ayaklarımı ısıtabileceğim, kaburgalarımı dinlendirebileceğim bir köşe aradım. Saatlerce gezdim. Devriye arabalarından kaçtım. Kimliğim yoktu. Ara sokaklara daldım. Altı kişilik sokak çocuğu topluluğu gördüm. Ateş yakmışlardı. Beni döverler miydi? Bilmiyorum ama ısınmaya ihtiyacım vardı. Nasıl konuşmalıydım bilmiyorum. Konuşmaları dinledim çöp karıştırır gibi yaparken. ” Böcekler yiyecek bizi burada! ” ” Nasıl s*ktik ama dedeyi? Adam böcek gibi kıvrandı. Hahaha! Mal yetmiyu beaa ! ” Beni görmeden buradan kaçmalıydım. Acaba o dede kimdi? Bana para veren dede mi? Aman kimse kim! Çöp varilinin kenarına büzüştüm. İçine sobalardan çıkan kül atılmış belli ki biraz sıcaklık yayıyordu. Ayaklarımın dibinden ince bir su akıp gidiyordu. Çok susamıştım.
Sabah öksürmek istedim. Şaşkınlıkla gözlerim açıldı. Akciğerlerim buz tutmuştu. Kendimi zorlayıp öksürdüm. Elime akciğerlerimden bir parça geldi. Ölüp giderdim bu şehirde. Bu beni üzmezdi. İkinci gün akşam evine dönen simitçiyi dövüp paralarını çalıp kaçtım. Sıcak çöp varili bulup yine uyudum. Sabah ayaklarımı hissetmiyordum. Akan suyun üstünde kalmış. Üçüncü gün klasik dilenci hareketi olan şeyi düşündüm. Bir camiye sığınmayı. Akşam namazı bitmiş insanlar camiden çıkarken camdan içeride hala oturmakta olan bir topluluğa gözlerimi diktim dışarıdan. İçeri girip benim gibi inançsız, taptığınız her neyse onunla pek işi olmayan bu hayvana biraz yiyecek, para verir misiniz desem yüz ifadeleri nasıl olurdu acaba? Olan oldu şu rivayet edilen merhameti siyasetçiler, dernekler denedi, benim gibi bir organizma denese ölmezdi. Ölse de fark etmezdi. İçeri adımımı attığımda ” Oh! ” diye bağırdı ruhum. Tıpkı sıcaklarda markete girip klimanın çarparken verdiği rahatlık gibi soğukluktan öteydi. Topluluk bana bakmaya başlamıştı. Yanlarına oturdum. Burada nedenini çözemediğim bir şey vardı. Nasıl hareket edeceğimi düşünmeden hareket ediyordum. Adam gözlerime bakıp yanındakine işaret etti. Yanındaki adam cebinden bir tomar para çıkartıp içinden seçip çıkardığı parçayı bana uzattı. Adamın yüzüne bakıp, tiksinerek ayağa kalktım. Koşar adım kapıdan çıkıp insanların arasına karıştım.
Günler böyle yuvarlanarak, dizleri kanayarak, parmaklarını hissetmeyerek geçti. O kadar soğuktu ki duygularım bile donmuştu. Zombiden farksızdım. Yumantu dağının altında boşuna zombi yaratmaya uğraşmamalılardı bilim adamları. İnsanları babaları tarafından dilenciliğe zorlattırıp, sokağa attırmalarının yolunu bulsalar daha az gideri olurdu. Yarı baygınken erkeksi parfümler beni omuzlarımdan tutup yerde sürükledi. Çalışan motoru olan araca bindirip tekerlekleri döndürdüler.
Banyoya girdim. Sokağın, batağın çamurunu gider deliğinden cehenneme yolladım. Saçlarımı tararken donmuş duygularım aynaya tutunmaya çalışıyordu. Babamın yardımcısının sesiyle volkanın ağzına düştüm. ” Baban seni yemeğe bekliyor. ”
Yemek masasında duran çatalı babamın gözüne sokup kan fışkırınca babam acı içinde yere düştü. Hayır kötü plandı.
Yemek masasında karşımda duran babama ağlayarak sarılırken bıçağı boğazına sapladım. Hırıltısından hoşlandım.
Dur bir saniye…
Kafasını masaya çarpıp onu karşıya fırlattım.
” Seni iyi gördüm. Umarım ne demek istediğimi yeterince anlamışsındır. Yaptığın bu hatayı düşünme fırsatı bulmuşsundur. Sen! Sen bir daha bir sürtüğe o kadar para harcamayacaksın! ” Konuşurken çenesinin altından et parçası sallanıyordu. Dişlerimi sıkıyordum. Gözlerimi kaldırmamam gerekti.
” Senin baban bu serveti nasıl kazandı? Ben senin gibi… Her neyse. Yüzüme bak! Kaldır gözlerini yüzüme bak! ”
” Peki baba durum anlaşılmıştır. ”
Ağzını sildi. Masadan kalktı. Elini omzuma değdirerek işe gitmek için çantasını aldı. Durup bana baktığını hissediyordum.. Arkamdan tükürdüğünü, dışarıdayken ölmemi dilediğini tahmin etmek zor değildi. Organlarımı da servetine yemekten sonra tatlı niyetine ekleyebilmek için İsrail’e pazarlayabilirdi.
2 comments
Öncelikle merhaba. Yazınızı paylaştığınız için teşekkür ederim ama dikkatimi çeken birçok konu oldu. Uzun bir yorum olacak, özür dilerim. Hikayenin girişinde “arabanın örtülme sesi” derken acaba ne kastedildi? Ayrıca kulübe demek yerine “klübe” denmesi de dikkatimi çekti. Hikayede başka düşük cümlelere de rastladım. Mesela “Ayazın derimi kaldırırcasına ürperterek caddede yürümeye başladım,” cümlesi. Bazı yazım hataları da vardı. Örneğin “sabah 06:00” (ki, saat belirtilirken nokta kullanılır.), ya da “4’lü grup”. Cümle içinde sayılar harflerle yazılır. “Saçları boyasız makyajlı, makyajsız kızlar…” gibi ifadelerde de virgül eksikliğinden dolayı anlam kalabalığı gözüme çarptı. Fotoğraf “makinası” gibi çok görülen bir hata da vardı. “Makina” değil, “makine”dir. Sayısal bir hata daha vardı: “6 kişilik sokak çocuğu topluluğu.” Karakterlerin konuşturulması da ilginçti. Boşluk ve iki ünlem, gibi. “Mal yetmiyu bea !!” buna bir örnek. “Erkeksi parfümler beni omuzlarımdan tutup beni yerde sürükledi,” cümlesinde gereksiz kelime vardı, o da “ben”di. “Çalışan motoru olan araca bindirip tekerlekleri döndürdüler,” cümlesinde “tekerleği döndürmek” derken sanırım arabanın ilerlemesinden bahsediliyordu. Bunlar dışında hikayede verilmek istenen mesajı çok sevdim. Bir zaman varlıklı olan bir insanın fakirleşmesi anlatılıyordu, sadece yazım hataları vardı. Beni kesinlikle yanlış anlamayın, ben sadece dikkatimi çekenleri söylüyorum, ki benim hikayelerim de kusursuz değildir. Kurgu bakımından hikayenin sonunu Amerikan dehşet filmlerine benzettim. Dilencinin çatalı babasının gözüne saplaması beni dehşete düşürdüğü kadar güldürdü de. Anlayışınız için teşekkür ederim, umarım beni yanlış anlamamışsınızdır. Bir sonraki yazılarınızı heyecanla bekliyorum. Sağlıcakla kalın. 🙂
Yorumun için teşekkür ederim. İmla hatalarını düzeltmeye çalıştım. Bu hatalar tamamen dikkatsizlikten kaynaklanan hatalar. Sabaha karşı yazmıştım. İmla konusunda haklı olabilirsin ama diğer kısımlar benim anlatım tarzım. Yani sen de yazıyormuşsun. İnsan o kadar çok şeye yoğunlaşıyor ki imla olayını pek düşünmüyor. 🙂 Tabi çok dikkat etmek lazım.