Cinayet. Tek kelime 3hece. Her bir harfinde soğukluk barındıran,duyduğunda insanın kemiklerini sızlatacak derecede bir vahşeti hatırlatan kelime. Peki cinayeti işleyen mi asıl suçluydu yoksa işlettiren mi? Hayır bir insanı öldürdüğünde gazetelere manşet olan cinayetten bahsetmiyordum. Bu daha beteriydi. Bir insanın öldürülen duygularından,kalbinden ve ruhundan sonra adlandırılan bir cinayetti bu.
İşte tamda,bütün uzuvlarım böyle bir cinayete kurban gitmişti. Ama ne bedenim soğukluğu hissediyordu, ne de ürküyordum bu cinayetten. Kanımı dondurduğunu söylemek ise çok güçtü. Yakıyor,kavuruyor ama asla korkutmuyordu. Neden mi? Çünkü tamda kendi ellerimdendi… Mecbur bırakılmasam yapar mıydım? ‘Hayır’ diye çığlığı basan mantığım ne kadar bir yerde haklı olsa da, ‘evet’ diye mahçupça bana cevap veren kalbimde,bir yerde haklıydı.
Acısıda buydu.
Korkutucu olanda buydu.
Korkuyu o kadar boş zamanlarımda iliklerime kadar hissetmiştim ki, idam ettiğim duygularımdan sonra bir zanlı oluşum beni rahatsız etmiyordu. Suçluluk hisside vermiyordu. Ama içten içe zaten suçlunun da ben olmadığımı biliyordum. Ama beni rahatlatanda bu değildi. Benimkisi tamamen ölmüş duyu organlarından dolayı, içinde bir his barındıramamaktı. Ne düşünmek, ne tartmak, ne sonuç ve ne neden. Hiçbiri yoktu.
Bir çember vardı, ve o çemberin içindeki katmanlar. Elimde heryeri yangın yerine çevirecek koca bir aleve sahip meşale ile bir sağa bir sola gidiyordum ama asla çemberin içinden çıkamıyordum. Çıkarsam herşeyi yakacaktım. Yakarsam eğer,artık kötülüğün katran karasına bulanacaktım. Ama ironi şuydu ki artık kötülük kavramım bile yoktu. Aşk hissim yoktu, sevgim yoktu, heyecanım, mutluluğum. Hepsi bu cinayete kurban olup, dehşet ve vahşet içinde ellerimden sessiz bir çığlıkla kayıp gitmişti. Ellerimle işlediğim cinayetin, o esmer ellerinin yönlendirmesiyle oluşu bir nebze nefret duygusunun içimde kalmış olabilmesi nedeniydi. Bunun için şükretmeli miydim? Bütün duygularım ölmüşken, en azından nefreti hissedebildiğim için teşekkür mü etmeliydim zâtına?
Susuyordum. Sustukça yuttuğum kelimeler bir kılçık gibi boğazıma batıyordu ve ben ekmek yutsam bile o kılçık boğazımdan aşağı inmiyordu. Ne tükürebiliyordum ne yutabiliyor. Sadece canımı acıtıyordu, ama buda, sadece eğer hissedebilseydim, acı vereceğini düşündüğümden dolayı hissettiğim bir şeydi. Somut bir acı yoktu. Her şey soyuttu.
Başarabildiğim tek bir şey vardı. Acıyı duyabilmek. Evet hissetmek değildi benimkisi,duyabilmek. İçimde ölen narin küçük kız çocuğunun çığlıklarıydı bu duyduğum acı. Beni yerimden hoplatacak,başımı yastığa koyduğumda kulaklarıma nüfus eden iç çekişlerinden dolayı kulağımı tıkama hissiyle dolduğum çaresiz gecelerdi. Hissetmiyordum ama duyuyordum işte. Ve duydukça eriyor. Eridikçe zemine yayılan şekli belirsiz acı dolu bir sıvıya dönüşüyordum.
Yine de ondan gelecek her şey kabulümdü. Her getirisinden sonra küllerimden doğabilirdim. Yapabilirdim. Ama bu cinayet, içimdeki sarı bukleli o narin küçük kız çocuğuna kadar uzanmıştı. Ve ben küllerimden doğmayı geçmiş, geriye tek bir toz parçası bile bulamamıştım. İşte, her zaman tutmaktan huzur ve güven duyduğum o esmer elleriyle yönetilen ellerim, içimdeki kız çocuğunu bir çırpıda boğduğunda ve ben geriye baktığımda,sadece kendi ellerimi görebiliyordum.
Kendi suçlu ellerimi…