Bir gün çıkıp geleceğine adımız gibi emindik. Sadece belgesellerde, haberlerde izlememiştik; zihnimizde de yaşayan bir efsaneydi aslında. Mantık ‘’olmaz öyle şey, abuk subuk konuşma!’’ demesine rağmen, akıl ‘’bir gün elbet karşına çıkacak, işte o gün göreceksin seni dar görüşlü mantık!’’ diye nidalar atardı hep.
Şehir birdenbire tanımlanamaz bir karanlığa gömüldü. Herkes birbirinden birer açıklama bekliyor; fakat göz dahi nereye baktığını bilmiyordu. Dairesel bir ışık hüzmesi karanlığı yararak bir saniyeliğine parıltılar bırakarak uçup gitti. Aradan henüz birkaç saniye geçmişti ki dairesel ışık topluluğu geçişi tekrarlandı. Ardı arkası kesilmeyen bu daireler en sonunda durmakta karar kıldılar ki tam da o sırada gerçek çırılçıplak karşımızda belirdi. O gün gelip de çatmıştı. Uçan daireler şehri bastı. Dairelerin herbiri farklı fosforlu ışıklar saçıyorlar, aynı zamanda da kendi etraflarında dönerek havada süzülüyorlardı. Dizilişleri ise aynı kendileri gibi dairesel bir biçim oluşturuyordu. Birdenbire tüm araçları dev, metalik gri, elektromanyetik mıknatıslı gövdeleriyle tek tek çember biçimindeki alt girişlerinden içlerine çekmeye başladılar. Sadece birkaç saniye mesafeyle uçan dairelerin dairesel, göz boyayan lambalarından çıkan müthiş yoğunluktaki ışıklar aydınlatıyordu şehri. Bu dev ışık hüzmelerinden görüldüğü üzere içinden geçilemeyecek kadar yoğunlaşmış sis bulutlarından bir diğerine zıplamaları gerekiyordu, arabalarına ulaşmak isteyen insanların. Mantığımın hiçbir zaman gerçek olamayacak kadar ütopik olduğunu söylediği uzaylılar neden İstanbul’u seçmişlerdi? Yoksa onlarda mı farkındaydı bu İstanbul’un bir türlü adam edilemeyeceğinin? Tek çözümün bu demir yığınlarını tek tek toplayıp uzayın en derinliklerine, belki de farklı galaksilerine götürüp imha etmek olduğunu mu düşünmüşlerdi?
Bu düşüncelerle karanlıkta ilerlerken tahmin edilemeyecek bir hızda toplanıyordu beton yığınlarının arasından renk renk, model model araçlar. Kimisi ‘’bırak da gideyim, sahibim bensiz yapamaz’’ dercesine alarmlarıyla adeta çığlıklar koparıyorladı. Çığlıklar ardı adına koparken, lambanın aydınlattığı ışık konisini dikkatlice takip ederek geldiği yönü gözlerimi kısarak inceledim. Bir insan silüeti. Hatta insanlar. Kararsızlığım sürmekle beraber yanından geçen bir diğer uçan daire, izlemekte olduğum daireyi aydınlatınca olay güpegündüz açıklığa kavuştu. Gelenler ne uçan daire, ne de uzaylılardı. Onlar sadece İstanbul’u eski günlerine kavuşturmayı amaçlamış ‘’İstanbul Aşıkları’’ydılar.
Size sorarım: Türk kahvesi tonlarıyla bezenmiş surlarıyla, Antep fıstığı renkli yeşillikleriyle İstanbul bunları hakediyor muydu?