Mutfaktakiler kağıt bardaklardaki çayları hazır ola koyduklarında bir yandan da devamı için çırpınıyorlar. İşte o anda hissettim ‘oraya ait olmadığımı’. Birazdan yüzlerce kağıt çöpüne dönüşecek bardaklardaki çayları gördüğümde. Sinirlerim mi bozuktu hatırlamıyorum, ama oldukça benimsemeye açıktım olduğum yeri. Ama mekan ve şehir beni benimsemeye açık falan değildi. Acaba ilk günden çayımı herhangi bir çay bardağında istesem diye geçirdim içimden. Tabi sadece içimden geçirdim. Böyle bir cesaretim olmamıştı hiç. Herkesin aynı şeyi yaptığı bir yerde farklı bir şey isteyip, üzerime insan gözleri ve kulaklarıma insan fısıltıları gelsin istemezdim. Birkaç kişiyle olduğum anlarda herkesin siparişi aynıysa nefret bile etsem farklısını isteyemezdim. O an siparişleri almaya gelmiş garsonun ve masadakilerin bakışlarını üzerime toplamak pek bana göre bir şey değildi. Dikkat çekmeden aynısından isterdim ve bana ayrılmış sürenin sonuna da bir taklitle gelirdim.
Bu kağıt bardakların arasında olmakta veya başka bir yerde olmakta asla benim kararım olmamıştı. Şimdiye kadar bir kararım ve uygulamam dahi olmamıştı. Tanrının aileme verdiği yetkiyle onlar benim adıma kararlar vermişler ve ben de uygulamıştım. Bu kadar basitti.
Çeyrek saat sonra bütün bardaklar birer kağıt çöplerine dönüşecekti. Ve ben ne içtiğimden ne de o ilk moladan bir şey anlamış olacaktım. Bütün yakalar; beyazı ve mavisi konuşulmayan bir hiyerarşiyle ilk günlerinden seçilmiş masalarına oturup, mola anında da diğer insanları görmek istemeyip yine mesai arkadaşlarıyla yudumlayacaklardı çaylarını. Ne de olsa kast sistemi böyle işliyordu. Üst sınıflar çaylarını yudumlar, diğerleri höpürdetirdi. Eğer ki çayını yudumlaması gereken biri höpürdetirse, çitlerle çevrili bu yerde değil sadece bütün sosyal ortamlarda dışarıya atılırdı. Aynı kendi gibi çayı içenlerin yanına bırakılırdı. Çünkü kast sistemi önemliydi, terkedilmemeliydi. Kolay gelinmemişti bu günlere.
Bu kağıt bardak fikrini de elbette çayı yudumlayarak içen bir sınıf belirlemişti. Onlar hijyenden anlarlardı. Höpürdetenlere göre bir seçim olamazdı kağıt bardak.
Tek tek kağıtlara sarılmış kesme şekerler ve kürdanın büyük ağabeyi olan karıştırıcılarla hijyenik ortamı taçlandırıyor, yudumlayıcılar. Seçme şansı olmayan höpürdeticiler de tıpkı ben gibi kabul edip, uyguluyorlar.
Parmaklarımı yakmayan, samimiyetsiz ve gereksiz çayımı alıp, “sigara içilebilir alan” yazılı tabelanın etrafındaki insanların arasına karıştım. Bu yaz günün de güneşin altında zaten soğumuş olan çayımı biraz ısıtıp bir halta benzetebilirim diye sigaramı yaktım ve karar verdim, yanıma ilk gelen mesai arkadaşımla bu kağıt bardak konusunu konuşmaya. İçten içe hazırladım kendimi, diyalog provası bile yaptım. Belki ilk günün heyecanıyla birkaç saat önce tanıştığım biri olur ve bu samimi çay muhabbetiyle dost olabiliriz diye hayal bile kurdum. Hatta ileriki günlerde her birimiz bir gün çay bardağı getirirdik yanımızda. Sessiz bir anlaşma imzalardık, kim bilir belki de o güneşin altında kağıt bardaklarından güzelim Ajda’lara döker çayımızı öyle içerdik. Kim bilir belki de kalabalık bile olurduk. Sonra da fabrika yönetimi iki çeşit bardakla hazırlanmasını isterdi çay saatlerinin. Belki de bir gün bir çay yudumlayıcı çıkar ve artık sadece Ajda’larda çay servisi yapılacağını herkese duyururdu, genel toplantıda. Sonra da bizi, ikimizi tebrik eder, bunun hayallerinde bile olamayacak bir arkadaşlık getirdiğini söylerdi. Belki de biz sevgili olurduk. Yani birazdan benimle ilk konuşacak olan bir kadın olursa tabi. Bir erkek olursa da çok iyi dost olurduk kesin. Hatta rakılarımızı bile çay bardağında isterdik Çiçek Pasajı’nda. Belki de o kadına bir çayhane de evlenme teklifi falan ederdim. Nikahımızda da herkese çay ikramında bulunur ve birer tane Ajda bardak, üzerlerinde isimlerimizin yazılı olduğu birer kaşık ve tabağının içine yine isimlerimizle aynı harf bütününde yazılmış Cezmi Ersöz’ün ‘çay henüz her şey bitmedi demektir..’ cümlesini yazdırır ve herkese hediye ederdik.