Koskoca bir şehir; binlerce yüzbinlerce milyonlarca insan. Apartmanlar, göz göz evler, odalar. Farklı ışıklar farklı renkler farklı hayatlar. Herkesin amacı farklı. Gelip geçen arabalar. Alıp verilen nefesler. Üzüntüler, sevinçler. Atılan mesajlar, e-mailler hatta belki postalanan mektuplar. Her yaşam farklı gayeler içeriyor. Herkesin güttüğü develer veya güdemeyip terk ettiği diyarlar..
Çok klişe belki; ikinci sınıf Türk dizilerinin ilk sahnesi: Elinde eski bir bavul Haydarpaşa garının önünde alınan ilk nefes, seni yenecem Istanbul demeler. 5 dakika sonra binilen minibüste bu koca şehrin girdabına karışmışız bile. Arka koltukta bir kız saçlar kısa kızıl, kucağında koskoca bir resim çantası. Kulaklık kulağında muhtemelen kimsenin aşina olmadığı bir grup ve bilinmeyen bir şarkısı. Yanında başörtülü bir teyze elinde tesbih. Önde ki koltukta bebeğini susturmaya çalışan bir anne. Anneye garip garip bakan insanlar.. Ve sen o minibüste bütün gariplikleri aynı anda benimsemeye çalışıyorsun.
İşte böyle bir şey yaşamak. Her şeye aynı anda göğüs gerebilmek, benimseyebilmek. Üst komşu karısıyla tartışırken kapıyı çalmamak için kendini zor tutmak. İnsanlara müdahale etmeden sessizce yaşayıp gitmek.
Şehrin göz göz odalarında yanan ışıklarda hangi umutların söndüğünü bilmeden yaşayıp gidiyoruz.
Bazen bir dedektif oluyoruz gün içinde yolda bayılan birini gördüğümüzde doktor, çağımızın sosyal medyasında bir olayı paylaşırken haberci, çocuklarımıza ders çalıştırırken öğretmen, yanımızdakilerin dertlerini dinlerken birer psikolog, peki bütün bu sıfatların dışında kendimiz olmaya ne kadar vakit ayırıyoruz? Veya insan olabilmeye ? Şehrin girdabında farklı evlerinde, odalarında serin bir sonbahar akşamında ne kadar kendimiz oluyoruz?
Kendin olduğun an, gücü eline aldığın anda yenersin bu koca şehri. Şimdi sayın okur: Derin bir nefes al ve zihninde ki düşünceleri fırlat bir kenara. Fırlat ki bir kez olsun kendin için bir şey yap.