ilk defa bir rüyaya bu kadar sevindim, acaba gerçek olmaz mı diye düşünüyorum ama yok. sevgili okurum ben bunu aslı-ma yazıyorum, kendini hiç okumak zorunda hissetme. konunun senle hiç ilgisi yok. bir tek burada onunla konuşabildiğim için ve kaç zamandır da hiç konuşmadığım ayrıca onu çok özlediğim için yazmak durumundayım. sen okumayıp aslı-ma ulaşmasını sağlarsan daha büyük hayra geçmiş olursun, okuyup rüyamı yorumlarsan da olmuş sayarım.
kaç zamandır ben seni üzdüğümü düşünüp durmaktan doğru-dürüst uyuyamıyorum. uyuduğum kısa süreli vakitlerde de kabuslar görüp duruyorum. bilmiyorum rüyaların gerçekliklerine, başka bir alemden mesajlar alabileceğine falan inanır mısın? ben inanıyorum ve zaten bunun için yazma ihtiyacı duydum. dinle;
“çok kalabalık bir sofra var, bizim evde birçok arkadaşım oturmuş yemek yiyoruz. ben de çok konuştuğum için sofra da bir tık sesim fazla çıkıyor hep. espriler havada uçuşuyor, komik olmayan saçma sapan cümlelere kahkahalar atıp duruyoruz. böyle samimi ortamlarda hep böyle olur zaten, bilirsin. her şeyden konuşuyoruz; filmlerden, dizilerden, okuldan, siyasetten.. kimse kimsenin görüşüne katılmıyor, tek bir ortak noktamız var -hepimiz gülüyoruz-.
biri konuyu sana getiriyor sonunda, üzerime bir suskunluk çöküyor. bu konuyu her açtıklarında konuşamadığımı bildikleri halde konuyu buraya çekiyorlar. “son zamanlarda hiç görüştünüz mü? gidip konuşsan fikrini değiştiremez misin? onu kırdığını düşünüyor musun?” daha birçok soru soruyorlar. yutkunarak nefes alıyorum, normalde de senden konuşuruz arada ama bugün özellikle üzerime gelmelerine anlam veremiyorum.
bir süre sonra koridordan sen görünüyorsun. ah! sen. ben elimdeki kaşığı sıkıca kavrayıp daha gözardı bir yere geçiyorum. (‘kaşık ne alaka’ diyecek olursan, inan onun konuyla ilgisini ben de çözemedim.) hiç beklemediğim bir anda sen yanıma geliyorsun, ben attığın her adıma hayran kafamı iyice gömüyorum yemeğe -deve kuşu misali- en fazla ne kadar saklanabilirim ki? sonuçta sen yanıma geliyorsun ve kapı tarafı sen de kaçacak bir yerim yok. pencereden de atlayacak değilim ya!
işaret parmağınla bana dokunuyorsun, otur oturduğun yerde işte ama yok! durmuyorsun ki yerinde. ben mecburen sana dönüyorum ve sen bütün benliğinle karşımdasın. sana sarılmak tek isteğim o an ama sen bunun için çok ciddisin ve ne tepki vereceğini tahmin edemiyorum. kendime hakim oluyorum. senin ağzından cümleler dökülmeye başladığında ingiltere kraliçesinin konuşması dinlercesine ciddileşiyorum ben de. (ender görülen bir olay bu.) sen ankara ağzıyla:
‘la sen harbiden böyle misin? ben dalga geçtiğini, her şeyde yaptığın gibi bunu da eğlenmek için yaptığını düşünmüştüm.’
(niye ankara ağzı onu da anlamadım, belki de ben çok sevdiğim içindir.) yüzümde salak bir tebessümle seni dinliyorum. o ilk ciddiyetten eser yok. sen konuşmaya devam ediyorsun, ben artık cümlelerini pek seçemiyorum. her an kalkıp sana sarılabilirim. yine de kendimi dizginliyorum, sen benim için ingiltere kraliçesi, kraliçe elizabeth’sin sonuçta.
‘artık inandım sana, tamam. sen beni -harbiden-seviyorsun.’
bu cümleden sonra ben ne düşündüm, bilmiyorum. sonra sen odaya girdiğin andan beri aklımda olan o sarılma şeysini yapıyorum. başka bir şeyler daha oluyor sonunda ama daha fazlasını hatırlamıyorum. sarıldıktan sonra çenemi öpüyorsun, o kısmını pek unutamadım. artık çenemi kutsal sayıyorum. bundan sonra beni -yunus kutsal çene- olarak ansınlar. tamam tamam bırakıyorum saçmalamayı.”
güzel bir rüyadan uyanıyorum, ellerimle yüzümü iyice ovuşturuyorum. gerçek olmadığını bile bile sağa sola bakınıyorum, bir umut. yok, rüyaymış. niye uyanıyorum ki böyle güzel bir rüyadan? acaba tekrar uyusam geri döner miyim sana? nafile.
elimden başka bir şey gelmiyor, aldım bilgisayarı yazdım işte böyle.
rüyamı dinlediğine göre tabirini yapar gönderirsin artık! yani öyle umuyorum.