Yıkık dökük kaldırım taşlarının üstünde yürürken, sigarasını ön cebinden çıkardı ve bir tane yaktı. Yağmur yağmaya başladı birden, yağmuru çok severdi çünkü onun özgürce dans etmesini sağlardı, aklına birden sabah yaşanan olay geldi, duşta Dalida’dan Bang Bang parçası çalıyordu. Bir ten diğerine dokunurken, ağır ve derinden, dünyanın bütün günahlarının merkezi olduğunuzu hissettiriyordu. İsa’nın çarmıha gerilişi gibiydi ama ıslak dudaklardan uzanan sevişme seni arındırıyordu.
Yağmur şiddetlenmeye başladı ve sırılsıklam olmuştu, kendini atabileceği bir arıyordu, yolun karşısında harabe bir bar vardı, gidilebilecek en ucuz mekanlardan birisiydi, hafta sonu iş çıkışı için uğrak bir mekandı, kendini hemen bu mekana attı. Yürürken şıngır şıngır sesler geliyordu cebinden, az bir meteliği vardı. Kendisine oturacak yer bakarken, Ajda’ya benzettiği birini gördü, bunun bir yanılsamadan ibaret olduğunu düşündü. Hayat onun için farklılaşmaya başlamıştı, sanki aç bir aslan kafesine atılmış ve ne yapacağını bilmiyor gibiydi. Ajda’nın bir başkasıyla olacağını düşünemiyordu, onun yanına gidip soru sorma cesaretini bir türlü bulamıyordu çünkü başka bir erkekle konuştuğunu öğrenirse hayatı o saniyeden sonra anlamsız gelecek ve intihara sürüklenecekti. Bir köşeye geçti ve oturdu, son metelikleri yetmişlik bir fıçıya yatırdı. Biraz ısınmış ve azda olsa cesaretini toplamıştı, Ajda’ya benzettiği kişinin yanına gitti ve yüzüne baktı, o değildi.
Az sonra dışarı çıktığında hayatın daha farklı gözükmesini istiyordu, sanatın ele geçirdiği, insanların bilinçsizce dans ettiği bir dünya istiyordu. Ama bir öteki sokaktan ambulans sirenleri yükseliyordu. Çığlıklar ve ajda sesleri duyuluyordu. Çok telaşlanmıştı ve oraya koşmuştu. İyice paranoyak olmuş, soluk soluğa kalmıştı, oraya gittiğinde yine aynı sonuçla karşılaşmış ve birazda olsa rahatlamıştı. Sokağın köşesinde Bob Dylan’dan parçalar çalan bir gitarcı çocuk görmüştü. Ağır adımlarla oraya doğru yürürken aynı zamanda şarkılar mırıldanıyordu. Ceketinin cebinde sigara paketini yoklarken, bir kağıt parçası bulmuştu, kağıt biraz eskimişti, hışırtı sesleriyle kağıdı açmıştı. Kağıtta isim ve telefon numarası vardı, bir yerlerden hatırlıyordu bu ismi, kağıdın alt kısmında ise sonsuzluk içindeki gezintiler yazıyordu. Kafası iyice bir karış olmuş ve gitar çalan çocuğun yanına oturmuştu. Sanki hiçbir şeyle iletişim kuramıyordu ve sessiz bir şekilde orada uyuyakalmıştı.
Derin bir rüyadan uyanıyor ve ilk işi telefona sarılıp, Ajda’yı aramak oluyor, telefon çalıyor ama açan olmuyor. Birkaç denemenin ardından kıyafet dolabının yolunu tutuyor, artık hayatla ilgili yabancılıklar çekiyor ve sürekli işin içinden çıkılmaz paradokslara adım atıyordu. Gömleğinin düğmelerini iliklerken, hayatında eksik kalan şeylerin olduğunu ve bunların tamamlanması gerektiğini düşünüyor, hala eksiklikler var ama hep bilmediği şeyler buna engel oluyordu. Ajda’yı bulmak üzere yola çıkmaya karar verdi ama evin kapısını açtığında dışarısı boşluktan ibaretti, kafasında ki birçok çelişkinin üzerine boşluğa kendisini bıraktı, boşluğun içinde evrenin başlangıcından yana bütün sesler buraya kaydedilmişti ve duyuluyordu. Sanki evrenin kanalizasyonuna atlamış gibiydi. Kendisini, yeniden doğmuş ve programlanmış gibi hissederek Ajda’nın evinin önünde bulmuştu. Ama olanları hatırlayamıyordu, Ajda’nın oturduğu dairenin ziline bastı ve kapının önünde beklemeye başladı. Cevap veren kimse çıkmayınca, Ajda hakkında ümitsizliğe kapılmış ve cebinde taşıdığı silahı çıkarmıştı, silahı kafasına dayadığı sırada Ajda ortalıkta belirivermiş ve ne yapıyorsun sen diye çıkışmıştı, iyice kafası karışmış bir şekilde, hayatın simülasyondan ibaret olduğunu düşünmeye başlamıştı. Cevapsız sorular ve tam bir şeye cesaret edecekken onu engelleyen şeyler. Artık yaşananlar ve insanlar gerçekçi gelmiyordu. Ve Ajda’nın bile ona gerçekçi gelmediği kanısına varmış, silahı Ajda’ya doğru doğrultmuştu. Ajda, şaşkın bir şekilde sıradan davranışları sergilemiş, klasik cümleler kurmuştu. Bunların birer beyninin ona oynadığı oyun ve yalandan ibaret düşünmeye başlamıştı ve Ajda’yı öldürmek istemişti çünkü olayların gerçekçiliğini gözlemlemek istiyor ve Ajda’yı vuruyordu.
Kısa bir süre sonra polis sirenleri yakından duyulmaya başlamıştı. Büyük bir kalabalık olay yerinde belirivermişti, sanki dünyanın bütün olayları etrafınızda gerçekleşiyordu. Polisler, küçük bir sorgu sonrası, kanıtlarla birlikte onu karakola götürmüşlerdi. Sorgu odasına çekilmiş ve sorgusunu alan kişinin yüzünü az buçuk kestirebiliyordu, bir yerden çıkarır gibi olmuştu, avukatı ona engellerden arınmana kısa bir zaman kaldı, demişti. Birkaç gün nezarette hayatının ardından mahkemenin karşısına çıkmıştı. Onun avukatlığını yapan kişi sorgu odasındaki kişiye benziyordu ama hatırlamakta güçlük çekiyordu çünkü hatırlamaya başladığı sırada beyninde sancılar beliriyordu. Sanki tanıklar hologramdan ibaretti. Hakim ile konuşurken, yok oluyorlardı. Hakime olayı anlatmak istemiyor çünkü olayın gerçekçiliğinden hala şüpheliydi bu yüzden avukatı, onun yerine yaşananları anlatmış ve mahkeme onu suçsuz bulmuş, salıvermişti. Zor geçen bir günün ardından olayların şaşkınlığı ile acele bir şekilde eve gitmiş ve dalgınlığına gelmiş olacak ki, o gün karşılaştığı benzer ve yüzü tanıdık olan bu iki kişi ile konuşmayı ve kim olduklarını sormayı unutmuştu. Sanki bu kişi eskiden çok yakın bir tanıdığı veya bütün soruların cevaplarını bilen kişiydi, Buzdolabında son yarım şişe viski vardı, viskisini bardağa yavaşça dolduruyor ve antika bir pikapa klasik müzik plağı takıyor, yavaşça viskisini yudumluyor ve sakinleşmeye çalışıyordu. Art arda yaşanan bu olayları anlamlandıramaması normaldi, algıların üstünde olaylar ve bağ kurabilmesi için konsantre olması gerekiyor.
Koltuğuna yayılarak, yaşanan bu olayları düşünmeye başlamış ve aklına birdenbire ceketinin cebinden çıkan kağıt gelmişti. Sanki kağıtta yazan isim ile sorgudaki kişi ve avukat, bir yapbozun parçasıydılar. ”Sonsuzluk içinde gezintiler ve engellerden arınmaya kısa bir süre kaldı”. Yavaşça ve derinden düşüncelere dalmış ve uyuyakalmıştı. Ertesi sabah uyandığında kağıttaki numarayı aramaya karar vermiş ve çevirdiğinde ise kimse cevap vermemişti. Duvarın üstünde asılı, dedesinden kalma tüfeğe gözlerini dikti ve onu aşağıya indirmişti. Bu kadar cevapsız soruların içinden çıkamamış ve Ajda’yı öldürdükten sonra hala olayların gerçekçiliği ile ilgi kesin cevaplar alamamasından dolayı, titreyen elleriyle önce silahın emniyetini açmış ve silahın namlusunu kafasına dayamıştı. Mayer Hawthorne’den Don’t Turn the Lights parçası duyuluyor. Gördüğüne inanmıyor çünkü gitarcı çocuğu evin içinde çalarken görüyordu. Bu dünyanın yanılsamalardan ibaret olduğunu düşünüyordu ve onun için bu düşüncenin arkasında hiçbir şüphe kalmamıştı. Tüfek ile kafasına sıktığında, namludan bir kurşun yerine rengarenk bir boyanın beynine isabet ettiğini görüyordu, adeta bir arafın içinde kaybolduğunu düşünüyordu.
Bir daha boşluğun içinde olduğunu görüyor ve bunu hatırlamakta yine güçlük çekiyor, Bu sefer boşluğun içinde daha farklı sesler duyuluyordu, sesin kaynağını da görebiliyordu, sanki hatırlamaya başlamıştı, bu kişi kağıtta ki isimle, avukat ve sorgu günündeki kişi ile uyuşuyordu, onunla konuşmak istiyor ama bunu başaramıyordu. Boşluk, yerini evrenin derinliklerine bırakmıştı. Yavaş yavaş, evrende geziniyor. Sanki karşısında izlediği uzay videolarından ve uzay programındaki görüntülerinden farklı bir boyutta evren vardı. Dünya da nasıl bir yaşam sürülürse, onun karşılığında bir seyahat yapıyordunuz evrende, iyi yolculuklar veya kötü yolculuklar gibi.
Bir meteor gibi gezegene doğru sürüklenmişti, Bu sefer olmuş gibiydi, istediği gibi bir yaşam, engelleri çoktan aşmıştı ve cesareti onu buralara kadar sürüklemişti. Bizi engelleyecek şeylerin yıkılması gerektiğini anlamış ve derin bir rüyadan sertçe uyandırılmıştı. Artık her şeyi daha net algılıyordu ve algıları daha iyi çalışıyordu. Önceki hayatı ile ilgili hiçbir şey hatırlamıyordu ve hala cevabını alamadığı soruların peşinden koşturuyordu.