Alelade bir Perşembe gecesi, ismi önemsiz bir otobüs durağında beklerken hayatımda ilk kez duyduğum garip bir hisse kapılmıştım. Garip hisler konusunda epey deneyimli sayılabilirdim aslında, eğer garip hisler talep uyandıran şeyler olsalardı belki de bugün içinde garip hislerin satıldığı ışıklı bir süpermarketin sahibi olabilirdim. Ama bu hislerin dünyamızda yeri yoktur, ne de olsa işaret ettikleri boşlukları küçük renkli haplarla doldurmak üzere canhıraş çalışan kocaman bir anti-depresan sanayisine sahibiz. İlaçlar konusunda hep biraz çekinceli olmuşumdur, bu yüzden her zaman yaptığım gibi neler olduğunu anlamak üzere yine kendime kulak verdim. Bir şeyler dışarı çıkmak istiyor gibiydi; aslında bu pek yabancısı olduğum bir his değildi. Çocukluğumun ilk yıllarından itibaren bu hisle yaşamayı öğrenmenin bir yolunu bulmuştum ve ona itaat ediyordum. Bunun bir sonucu olarak daha yirmi beşinde ruhum pazar yerine dönmüştü. Bazen birkaç nota, bazen birkaç paragraf ruhumun acil çıkış kapısını zorluyor; nerede olursam olayım beyaz bir sayfa çıkarıp üzerinde ebelik yapıyor, göbek bağlarını bazen kalemimle, bazen de penam ile koparıyordum. Doğumuna sebebiyet verdiklerim elbette her zaman güzel olmazdı; doğa dahi mükemmelliğinin ortasında binlerce çeşit çirkinlik üretirken benden yalnızca güzelliğin yayılmasını beklemek beyhude bir istek olurdu. Bir kıyı balıkçısına benzetilebilirdim belki genel olarak: bir kıyı balıkçısı gibi oltasına takılanları seçemiyor, oltanın ucundaki zil ne zaman şıngırdasa aynı ölçüde heyecanlanıyor, hevesle makaramı sarıyordum. Tombul bir balık yakaladığımda terliğimle kafasına vurup kovaya atıyor, küçük balıklara merhamet edip bir gün büyüdüklerinde onları da kovama atacağımı düşünerek denize bırakıyordum.
Yazları sıcak ve kurak, kışları soğuk ve yağışlı o kentin tanık olduğu binlerce Perşembe gecesinden herhangi birinde yaşadığım o his bunlardan biri değildi. Yukarı bakma ihtiyacı hissediyordum. Işıkları söndürülmüş, kanepelerinde kocaman göbeklerin uyukladığı odaların televizyonlarından yayılan lacivert sislerin aydınlattığı namuslu tül perdelerden gözlerimi alamadım bir süre. O perdelerin arkasında birilerinin rüya gördüğünü düşünmek dahi hissettiğim kocaman boşluğu bir nebze olsun renklendiremiyordu. En fazla ne görebilirlerdi ki? Her sabah hayra yorulan rüyalarını asla bilemeyecek olmamdan dolayı pek bir şey kaçırdığımı düşünmüyordum. Peki ya ben evdeyken, karanlığın içindeki lacivert televizyon sisinde uyuklarken ne görürdüm? Hatırlamıyordum. Epeydir uyuklama fırsatım olmamıştı, olacak gibi de görünmüyordu. Uykularım bulaşık suyu gibidir benim. Kalıngözlüklüler aksini söylüyorlar ama, bir ruhum varsa eğer, uykularımı düşününce bulanmaya başlamıştı. Hiçlik düşüncesinin herhangi bir din gönderme zahmetine katlanmamış bir tanrıdan gelen ipsiz sapsız bir vahiy gibi ter bezlerimden salgılandığını duyumsuyordum. Sanki hiçlik beni yakalamıştı ve ucuz korku filmlerinde dünyaya gelmeye çalışan çirkin yaratıklar gibi içimden bir yol açmaya çalışıyordu. Hiçliği nasıl doğuracaktım?
Yolcularını dolduran otobüsler ağır ağır yol almaya başlamış, bilet sesleri kesilmişti. Bir sigara yakıp arkadaki otobüsü beklemeye karar verdim, uzun süredir sigarayı zamanı ölçmek için de kullandığımdan dolayı bu aralığın bir sigaraya yetebileceğine kanaat getirmiştim.
Hiçbir şey olmadı. Hiçbir aydınlanma yaşamadım. Kitaplarda anlatılan, o arkasından büyük bir akışın yaşandığı kırılma anlarından biri değildi bu, sanatsal bir an değildi, zihnimi düşünceler doldurmadı; yalnızca o kocaman, tombul, yağlı, tadı Çin’deki çiftliklerde üretilen sekiz bacaklı tavuklara benzeyen hiçliği hissediyordum. Ellerimi ve kollarımı nereye koyacağımı şaşırmıştım: Düğünlere yakışır bu boşluğu beklerken öyle mi durmalı, yoksa şu şekilde mi beklemeli? Sigaramı baş ve orta parmaklarım arasında sıkıştırıp fırlatırken eve gitmek istemediğimi fark ettim. Zaten evde beni bekleyen herhangi bir şey de yoktu, dünden kalan salatanın dökülmemiş suyu belki, onun da beni beklediğine ihtimal vermiyordum. Nasılsa ben olmadan da kokmaya başlayabilirdi, kendisine tören düzenleyecek değildim.
Yürürken şarkı söylemeyi çok severim, bunu yaparken aptalca göründüğümü de bilirim. Müziğin sesini çalan parçalara eşlik ederken kendi sesimi de duyabilecek şekilde ayarladıktan sonra soldaki yokuşu çıkmaya başladım, sesimin güzel olduğuna inanmak hoşuma gidiyordu ve önemli olan da buydu. Başka bir akşam olsaydı biraz daha kısa hem de daha güzel olan ortadaki yolu seçebilirdim. Ayaklarım beni affetsin, ancak hiçbir yere gitmiyorken hangi yoldan gittiğimin pek önemi yoktu. Yeşil ışığın yanmasından faydalanarak birkaç çirkin yüz ve otomobil farlarından oluşan denizi ortadan ikiye yardıktan sonra içimde tomurcuklanan o dev boşluk hissinin iyiden iyiye beni ele geçirdiğini fark ettim. Bir kriz anında olduğum açıktı, ancak kendini çok iyi tanımakla yıllardır övünen ben, bu krizin kaynağını bulamıyordum. Telefonumu kontrol ettim, herhangi bir şey yoktu. Zaten epeydir çalmamıştı. Tüm yalnızlar bilir; insan bu gibi durumlarda dışsal bir etkenin gelip bir şeyleri değiştirmesi için yalvaracak olur, ancak yalnızlığın belki de tek kazanımı davetsiz dışsal etkenlerin sadece daha fazla tiksintiye neden olduğu ve yalnızı daha da yalnız hale getirdiğinin kabullenilmesidir. Ne bir seçim, ne de bir zorunluluktur yalnızlık; kendince talepleri olan nadide bir uğraştır.
Kafamda bu düşüncelerin düzensiz dansını seyrederken bir bara oturup birkaç tek yuvarlamaya karar verdim. Başka ne yapacaktım ki? Yarısına kadar gelmiş olduğum sokaktan geri dönüp biraz daha yürüyerek barların bulunduğu sokağa saptım. Sağda solda dün gece ve ondan önceki yüzlerce dün gecede idrara maruz kalmaktan dolayı aşınmış duvarlar, masalarda ise idrar biriktirmek ve boşaltmaktan başka bir varlık göstermediği belli olan tıraşlı ve makyajlı yüzler vardı. Belki de böylesi daha iyiydi, benim buhranlarımın onların mesane ağrılarından daha soylu olduğunu kim iddia edebilirdi ki? Zaten eldeki tüm verilere göre zavallı olan bendim; onlara karşı bu acımasız yaklaşımımın asla o masalara dâhil olamayacak olmaktan kaynaklandığını kendime itiraf edecek kadar dürüst olmayı öğrenmiştim. “Hoş çocuktum aslında”, böyle denir benim için. Ancak o “aslında” sözcüğünün altında yatan onlarca sayfayı hep okuyabildim.
İlkokulda öğrettikleri gibi kendime ışığın sol üst köşeden geldiği rahat bir masa seçip oturdum ve bir bira söyledikten sonra çantamdan bir kitap çıkarıp okumaya başladım. Ne okuduğumu anlatarak burayı bir seminere dönüştürmeye niyetim yok elbette. Zaman düzensiz aralıklarla, bazen hızlanıp bazen yavaşlayarak ilerliyordu. Ben bu şekilde birkaç bira ve onlarca sayfayı devirirken etraftaki masalar da yavaş yavaş dolmaya başlamıştı, Ankara için eğlence vardiyası yaklaşıyordu. Ben de içimde hissettiğim kocaman boşluğu biraz olsun unutabilmek amacıyla o güne kadar pek denemediğim bir şey yapmaya, safaride bizzat yer almaya karar verdim. Hesabı hızlıca ödedikten sonra yakındaki benzinlikten bir bira daha alıp yolun karşısında kalabalığın arasına karıştım.
Ellerinde içkileriyle pek çok gülen ve konuşan yüz vardı. Acaba ne konuşuyorlardı? Ben sohbetleri devam ettirme konusunda kendimi bildim bileli biraz başarısız olmuşumdur; bedenime aldığım maddelerin yorgun beynimdeki konuşma merkezinin ayarlarıyla oynadığı nadir anların dışında genelde sessiz biriyimdir. Ancak konuştuğum anlarda karşımdakinin ne söylediğini can kulağıyla dinlerim, zira sadece içimdekileri boşaltmak istediğimde bunu bir başkasını kullanarak değil, elime bir tomar kâğıt alıp kendi kendime yapmayı tercih ederim. Bir köşeye geçip bu beklenti dolu yüzlerin rahat tavırlarını taklit etmeye, elimde biram ve yeni yaktığım sigaramla belli belirsiz gülümsemeye başladım. Fazlaca kalabalık oldukları için köşede durmak zorunda olan bir grup dakikalar ilerledikçe bir gecekondu mahallesi gibi düzensiz bir şekilde benim olduğum tarafa doğru ilerlemişti ve neticede komşu olmuştuk. Aralarından birkaçı ile zaman zaman göz göze geliyorduk, normalde yaptığımın aksine gözlerimi kaçırmamaya karar verdim. Ne zordu! Ama başarıyor gibiydim. Onların aralarına karışmak gibi bir amacım olmadığı anlaşılsın diye de mesafeli durmaya çalışıyordum. Zira safariye çıkmıştım, etrafımdaki egoları beslemek ya da ürkütmek gibi bir niyetim yoktu. Konuşmalarına kulak kabarttım; ne kadar akıcı konuşuyorlardı! Başında kedi miyavlaması renginde bir bere olan tatlı bir genç kadın yakın arkadaşlarından birinin okulu bırakma kararını ne kadar haklı bulduğunu anlatıyordu. Karşısındaki uzun boylu genç ise zaten okulun hiçbir işe yaramadığını, birkaç yıl önce okulu bırakıp bir barda çalışmaya başlayan arkadaşının sonra işletmenin ortağı olarak şimdi nasıl da paraya para demediğini söyleyerek ona karşılık veriyordu. Sol tarafta ise bir araya gelmiş dört erkek önlerinden geçen kadınlara puan vererek eğleniyorlardı. Verdikleri puanlar belli ki estetik kaygılardan ziyade cinsel hayatlarının renkliliği ile ters orantılıydı – çünkü kısa boylu olan puanlama konusunda pek cömertti. Dikkatimi tekrar o gecekondu mahallesi gibi büyüyen gruba yönelttim. Akıllı telefonlarıyla uğraşanlar dışında hepsi bir şeyler konuşuyordu; ancak bir yerlerde bir gariplik vardı. Sanki devam eden konuşmalar ve bedensel ifadeler arasında bir kopukluk söz konusuydu. Bunu ilginç bulduğumu hatırlıyorum. Genç kadınlar ve erkeklerin konuşmaları sözcükler düzeyinde anlamlı ve tutarlı bir akış oluştursa da bedensel ifadeleri başka şeyler söylüyordu. Örneğin yan yana duran esmer kadın ve sarışın genç birbirleriyle konuşuyorlardı ancak esmer kadının gözleri sağındaki orta boylu kumral genci arıyor, gizlice onunla buluşuyor ve ona doğru gülüyordu. Sarışın gencin ilgisinin bu esmer kadında olduğu belliydi, tam da bu yüzden arada bir o da hayal kırıklığıyla etrafta beden dilini yönlendirebileceği birini arıyor gibiydi. Ancak bu durum asla konuşmalarına yansımıyor, akıcı sohbetlerine devam ediyorlardı. Bedensel ifadeler ve çıkarılan sesler birbirlerinden ayrı iki akım gibi davranıyordu.
Bu durum benim için zevkli bir oyuna dönüşmüştü, gecenin başında hissettiğim o yakıcı buhran hala orada dursa da kendimi bu küçük safariye kaptırmak sıkıntımı o an için biraz olsun dindirebiliyordu. Bu küçük oyundaki kilit noktaların tuvalet ziyaretleri ve içki almaya gidiş anları olduğunu keşfetmiştim. Bu bahanelerden biriyle gruptan kısa bir süreliğine ayrılan kişi dönüşte gece boyunca konuştuğu insanın yanında yer almak yerine beden dilinin dönük olduğu kişinin yakınına geçiyor, böylece gecenin ilerleyen saatleri için kendine bir fırsat yaratmaya çalışıyordu. Ardından aynı tutarlı sohbet bu kişiler arasında da başlıyor, gözlerin dudaklara, ellerin saç ve omuzlara odaklandığı, tüm uzuvların adeta saat yönünde dönmeye başladığı küçük flörtleşmelere doğru yol alınıyordu.
Ortada garipsenecek bir durum yoktu aslında. Zaten insanlık olarak kibre kapılıp yakın akrabalarımız olan bonobolarla selamı sabahı kestiğimizden beri pek çok şey bizim için oldukça zahmetli hale gelmedi mi? En temel ihtiyaçlarımızı karşılamak için kendimize betondan kaleler inşa ediyor, florasan lambalar altında plastik kemirirken insanın üstünlüğünden bahsetmiyor muyuz? Her şeyi karmaşıklaştırıyor, karmaşıklığı ilerleme zannediyor, bizim dışımızdaki canlıların birkaç anten hareketiyle çözebildiği sorunları sadece ‘tartışabilmek’ için dahi yerin yedi kat altından bin bir zahmetle çıkardığımız sıvılaşmış bitki ve hayvan cesetlerini, dağları oyarak ele geçirdiğimiz demirin içine koyup betondan salonlarda bir araya geliyoruz. Bu genel tabloyu düşününce o anda şahit olduğum etkileşimler benim için oldukça naif ve hatta sevimli bir hal almıştı. Çünkü herkes bir şekilde – uygarlaşma sürecinin getirdiği tüm karmaşaya rağmen – yaşamı takip ediyordu ve yaşama tâbiydi; bu yüzden onlara bakarken beyin kıvrımlarının arasında, sinir uçlarının üzerinde kayarak emirler veren, kimyasallar üreten, organları ile yap-boz gibi oynayan bilinçdışı kuvvetleri düşünmeye çalıştığımda gözüme birer mucize gibi görünmeye başlamışlardı. Etrafa atılan belli belirsiz bakışlarda, istemsiz dudak hareketlerinde, “bu gece arkadaşımda kalacağım, merak etmeyin” telefonlarında ve “bira alır mısın?” sorularında aslında yaşam uygarlığa direniyor, Jurassic Park’ta dendiği gibi “bir yolunu” buluyordu.
Belki sizi ilgilendirmeyecek ama kendimi bariz biçimde farklı hissetmeye başlamıştım. Gecenin başında içimde kocaman bir boşluk olarak hissettiğim şeye doğru usulca ilerleyen belli belirsiz yaşam sızıntılarını duyumsuyordum. Belki de yaşama yol açmak için arada kendi bedenimizden yükselip büyük tabloya bakmak gerekiyordur: bazen kendimizle öyle çok meşgul oluyoruz ki taşlaşıp yaşamın önünde birer engel haline geliyoruz. Yaşam ise bunun karşısında ya taştan duvarları delen bitkiler gibi içimizden bir yol açarak akmaya devam ediyor ya da aniden gürleyerek yıkıcı yüzünü gösterip günlerimizi sona erdiriyor. Kim bilir? Yaşam dediğimiz ‘şey’ de hiçbir şey bilmiyor sonuçta; bilgiyi icat eden tek varlığın hâli de apaçık ortada.
Biraz insanların arasına karışmak için oraya gelmişken yine kendimi tek başıma düşüncelere dalmış halde yakaladığımda artık orada durmamın anlamsız olduğunu fark ettim. Bunu yapmak istemiyordum aslında, yaşayan bir kalabalığın kenarında durup gözlemleyen ve sonrasında kahvesini yudumlarken hiç tanımadığı hayatlar karşısında ahkâm kesen biri olmak istemiyordum. Tam da öyle biri olmaya başladığımı hissettiğimden midir bilmiyorum, ama sevmem öyle insanları. Herkes kendi zorunluluğu içerisinde var olurken kızdığı şeylere gerçek tepkiler gösteremeyip eve döndüğünde kelimeler kusarak intikam almaya çalışanları zavallı bulurum. Kelimeler kusulacak şeyler değildirler, doğru kullanıldıklarında yoktan bir dünya var ettikleri görülmüştür.
Gitarımı almalıydım. Beni bu içsel karmaşadan kurtarıp huzura kavuşturacak tek şeyin bir gitar olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. Tek bir akora – muhtemelen do minör akoru – saplanıp kalacak, evrende yalnız ikimiz kalana kadar do minör gamında bulunan notalardaki tüm olasılıkları deneyecektim. Önce köşedeki bakkala hemen ardından da eve uğrayıp bir şişe ucuz kırmızı şarap, cips, sigara ve gitarımdan oluşan yaşam destek ünitemi yanıma aldıktan sonra parka doğru yollanmıştım. Eğer kalabalık dediğimiz kavramı yalnızca insanlar ile ölçüyorsak kimse yoktu, ancak o sessizlikte yaşam yüksek bir yoğunlukta yaşanıyordu. Kocaman kavaklar, etraflarına hüzünlü arpejler saçan çam ağaçları, içinde kurbağaların sevişerek yüzdükleri o yapay göl… Tıpkı bir gün tür olarak yok oluşumuzdan sonra olacağı gibi, orada insan yoktu ve yaşam insan olmadan da tüm muhteşemliğiyle devam ediyordu. Etrafımdaki ağaç sayısı insan sayısını geçtiğinde mutlu olduğumu fark ettim, ağaçlar arasında yalnız hissetmiyordum. Aksine, iyi dostların yanındaymış gibi mutluydum. Zaten insan bu kocaman canlıların arasında kendini nasıl yalnız hissedebilir ki! Sınıflandırma sistemimizin dayanağı düşündüğümüz kadar sağlam değil aslında, çünkü hâlâ büyük ölçüde gözlerimize ve görme duyumuza bağlı olarak tasarladığımız ölçüm cihazlarına dayanıyor. Başka bir açıdan baktığımızda belli bir insan ile belli bir çam ağacının sahip olduğu ortak noktalar bazen iki insan ya da iki çam ağacının sahip olduğu ortak noktalardan daha çok ve daha derin olamaz mı? Eskiden her sabah selam verdiğim yalnız bir ağaç vardı. Neden bir tek o ağaca selam vermek istiyordum? Belki de içimizde bu göze görünmeyen ortaklıkları hissedebilen ancak kullanmayı pek bilmediğimiz için henüz yeterince gelişme imkânı bulamamış başka bir yeti vardır ve bizi ‘insan’ olmanın yükünden kurtarıp doğanın neşeli amaçsızlığına yeniden katabilir. Kim bilir? Belki de insanı öldürür bu şey, ağaç mısın kuş musun anlayamazsın, bir ağaç olursun bir kuş, uçarken suda boğar seni belki.
Bu düşüncelerle yanıbaşımdaki şarabı yuvarlamıştım. Sigara paketim ise artık gitmem gerektiğini söylüyordu, zira uyku düzenimi bir süredir sigaram belirliyordu; paketteki son sigara yatma zamanı demekti. Son sigaramı yakmadan önce biraz daha tellerin üzerinde gezindim. Gölün karşısındaki bankta görece yaşlı bir adam ağaçları izliyordu. Asla bilemeyecek olsam da muhtemelen benzer duygular içindeydik, benim bazen yaptığım gibi o da sakalını sıvazlıyordu. Eve ilerlerken göz göze geldik, benimle sohbet etmek istediğini hissettim, ancak başımı çevirip ilerledim. Alelade bir Perşembe gecesiydi ve alelade bir şekilde son bulmalıydı, çünkü her zaman böyle olmuştu ve bundan sonra da böyle olacaktı. Sürprizsiz, asla gerçekleşmeyecek düşlere dair renksiz bir eskiz…