“Haftaya gitsen olmuyor mu?” dedi, “hem ben de gelirsem birlikte gideriz.”
“Olmuyor” dedim “çünkü haftaya gösterimde olup olmayacağını bilmiyorum.”
“Nasıl yani?”
“Ya geçen aylarda OT’ta okumuştum, herifler kafalarına göre sokuyor gösterime imajı uyandırdılar bende. Zaten günde 2 seans falan gösteriliyor.”
“İyi peki” dedi, “yalnız mı gideceksin?”
“N’apıyım amk, sevgilimiz yok ki yanımızda.”
“Ya gelemiyorum işte n’apıyım.”
Adı Fatma’ydı ve ressamdı. Haziran’daki yüksek lisans başvuruları için dosya hazırlaması gerekiyordu ve yine aylardan Kasım’dı. Sanki sende kaldı bir yarım’dı.
Uzun zamandır resim çizmediği için elinin kitlendiğini iddia ediyordu, dolayısıyla da kardeş şehrimiz olan Kocaeli’den, yaklaşık iki haftadır bi türlü ayrılıp yanıma gelemiyordu. Oysa bana kalırsa resim çizmek, bisiklete binmek gibiydi sayın okur ve aslında bisiklete binmek gibi olmayan her şey nedense her zaman bisiklete binmeye benzetilirdi. Neydi insanımızın bu bisiklet metaforu aşkı? Memlekette metafor mu kalmamıştı? #direnmetafor
Neyse, ufak çapta bir trip atıp telefonu kapattım. Saat 18:30’du ve bir sigara çay daha yapıp çıkarım diye düşündüm. Biletim hazırdı. Sabah erkenden kalkıp, Rex’e gitmiş ve gişedeki ablayla şu diyalogu yaşayarak da olsa bileti almıştım:
“Eee, merhaba, Sen Aydınlatırsın Geceyi’ye bir bilet alabilir miyim?”
“Tabi. Hangi seans?”
“Akşam yedidekine”
Kredi kartımı uzattım. İş bankasının üniversiteye girdiğimizde elimize zorla tutuşturduğu İş’te Üniversiteli kartıydı. Artık üniversiteli değildim, ama sanırım kartın son kullanma tarihi, okulunu uzatması planlanan insanlar için özel olarak düzenlenmişti.
Karttaki üniversiteli ifadesini görüp “Öğrenci misiniz?” diye sordu abla ve saçmalıklar silsilesi de böylece başlamış oldu.
“Sayılır.”
“Nasıl yani?”
“ÇAP’çıyım.”
“Neyci?”
“Çift anadal.”
“Ne oluyor yani o?”
“Yani bir bölüm okurken, aynı anda başka bir bölüm daha okuyabiliyorsunuz.”
“Ha, öğrencisiniz yani.”
“Aslında bitirdim okulu da Felsefe var bi de benim.”
“Bölüm olarak mı?”
“Yok, yaşam biçimi.”
“Efendim?”
“Bölüm olarak evet.”
“O zaman öğrenci bileti kesiyorum.”
“Tabi.”
“Kimliğinizi alabilir miyim?”
Kimlik dendiğinde her insanın aklına gelen kimlik olarak normal nüfus cüzdanımı uzattım tabii.
“Yo, öğrenci kimliğinizi.”
“Ha, ya benim kimlikte şey oldu, şimdi ben haziranda arkeolojiyi bitirdim, diplomayı almaya gidince de kimliği aldılar benden.”
“O zaman öğrenci değilsiniz beyefendi, diplomanızı almışsınız.”
“Ama ÇAP devam ediyor işte.”
“Ne?”
“Felsefe.”
“Onun kimliği yok mu?”
“Onun normalde var da, ben iki sene önce çapa başlayınca unutmuşum almayı. İki sene sonra gidip de ‘ya ben iki sene önce gelip kimliğimi almayı iki sene boyunca unutmuşum, şimdi aklıma geldi’ diyemedim.”
“Öğrenci kimliği yoksa tam kesiyorum.”
“Ha durun şey var” dedim, açık öğretim Sosyoloji kimliğimi çıkarırken. Liseyi 5 senede bitirebilmiş bir adam olarak, üniversiteye girince okunacak ne varsa okumuştum adeta. Eğitime açtım.
“Ama bunda 2010-2011 yazıyor.”
“İşte onu da yenilemeyi unuttuysam demek ki.”
“Tam kesiyorum ben.”
“Kesin.”
Arada olsa olsa 5 lira fark vardı amk, niye bu kadar uzatmıştık ki mevzuyu. Sanırım ben de koca günü küçücük bir kabinin içinde geçirsem, konuşulmayacak ne varsa konuşma eğilimi sergilerdim. Oysa çok basit çözülebilirdi mevzu. Öğrenci kimliğiniz var mı? Şu var. O olmaz. Tamam. Tam kesiyorum. Kes. Ve bitti.
***
Neyse efendim. Filme yirmi dakika kalmıştı. Hala evdeydim ve whatsapp üzerinden Fatma’yla tartışmaya devam ediyorduk.
“Nasıl yani, iki hafta daha gelmeyecek misin?”
“Yani gelmesem iyi olur, elim çok kötü olmuş oğlum çizemiyorum hiçbir şey.”
“E ayrılalım biz o zaman arkadaş. Ayda bir görüşerek ilişki mi yürürmüş? 80’lerde mi yaşıyoruz! Oldu olacak mektuplaşalım da amk!”
“Ya ne alakası var.”
“Yok yok, mektuplaşalım. Günler öncesinden buluşma yeri belirleyelim hatta, sen geç kal ben bekliyim falan. İspanyol paça bi pantolon falan alayım hatta kendime, gömleğimi içime falan sokayım. Madem öyle yani, böyle şeyler yapmak lazım.”
Ve falan ve filan.. İlişkilerde nasıl çirkin bi tip olduğumu size daha fazla açmak istemiyorum. Neyse efendim, son durum, sinirliyim. Kızmışım falan yani. Saat de 18:50, artık çıkmam lazım. Çıktım. Çıkmaz olaydım ama çıktım.
Hani bazı anlar vardır sayın okur, hani ne bileyim mesela önemli insanlarla önemli bir toplantısının ortasındasınızdır örneğin ve osurmak istersiniz ama osuramazsınız, çünkü karşınızda sadece, böyle bir şey hiç olmamış gibi davranacak ya da duruma gülüp geçecek patronunuz değil, patronunuzun patronu, onun da patronu, hatta onun da parası olan ama şirket işlerinden zerre anlamayan patronu falan hepsi o masada bir arada oturmaktadır ve osuramazsınız ya hani. Hatta öyle fenadır ki durum, yani hiyerarşide o derece aşağıdasınızdır ki, tuvalete gitmek için izin bile isteyemezsiniz. O an, zamanın ve mekanın o anında, zayıf halkaların o kadar en zayıfısınızdır ki, bir anlığına da olsa, ‘ulan cidden ben neden bu adamların arasındayım’ diye bile düşünürsünüz. Düşünün ki tam olarak öyle bir an ve osuruğunuz adeta osurmazsanız içinizde patlayıp bir iç kanamaya sebebiyet verecekmişçesine bastırmış… Tek çıkış kapısı var artık, bacak bacak üstüne atıp, poponuzu hafifçe kaldırmak suretiyle kıç deliğinizin, oturmakta olduğunuz deri koltukla temasını kesip yavaşça ama çok yavaşça salmak… Pıssssssss.. İşte evden çıkıp kapıyı çekerken, kafamın içinde bir delik, adeta pıssss’lamıştı ve zaman ne kadar yavaşlamış olursa olsun, beyniniz sinyalleri ne kadar hızlı gönderiyor olursa olsun, kolunuz tam bir görev adamı bilinciyle aldığı görevi yerine getirip kapıyı tamamen kapatır ve beynin “sıçtık” sinyali 1 salise farkla dahi olsa gecikmeli gelir ya hani, işte tam olarak o andaydım çünkü anahtarı içeride unutmuştum.
Böyle zamanlarda insan beyninin aslında ne kadar da aciz olduğunu düşünürüm. Kapatıldığı taktirde, anahtar olmadan açamayacağınız bir kilit sistemini geliştiren de bir insan beynidir sonuçta, kapıyı kapatmış olmasına rağmen bir ümit, ulan çelik melik ama belki açılır inancıyla kapıyı ittirmeye çalışan da insan beynidir. Yani düşünün ki az önceki toplantı salonundasınız ve pısssslamaya karar verdiniz, fakat ishalsiniz ve osurayım derken birden ne olduğunu bile anlamadan zart diye sıçtınız altınıza. Ve toplantı devam ediyor. İşte o an, insan beyni, zaman mefhumunu yitirip, o modern, o çağdaş, o gelişmiş beyin yapısından uzaklaşarak evrimsel süreçte bir zaman kırılması yaşıyor ve çocukluğunuzun o saf, o neyin ne olduğunu anlamayan, o kendi bedenini bile bir yabancı sanan çocuksu haline bir anlığına da olsa geri dönüyor. Bir anlığına “sıçtım mı lan cidden” diye düşünmeden ya da kapıyı umutsuzca ittirmeden edemiyorsunuz yani. Ama sadece bir anlığına. Sonrasında, kapınız takılırken kapınızı takanlar tarafından kapınıza yapıştırılmış çilingir stickerlarındaki numarayı tuşluyorsunuz.
Numarayı tuşlarken, ulan madem sıçtık bari filmden olmayalım diye bi ufak düşündüm. Dedim gider paşa paşa filmimi izlerim sonra da çıkar bi çaresine bakarım falan. Ama aradığım numara saat 8’e kadar hizmet verdiklerini söyledi. Yani öyleydi ki, akşam 8’den sonra yanlışlıkla anahtarı unutup dışarı çıksanız, kapınızı açacak kimsecikler yoktu. “Tamam” dedim telefondaki sese, “veriyorum o zaman adresi” ve verdim.
***
Kapının açılma anı da bi hayli garipti. Bir kere daha kalmıştım aynı kapıda ve o sefer gelen eleman anahtar deliğine bir şey sokup, o şeyin üzerindeki tuşlardan birine bastı ve iki çat çat sonrasında kapı açıldı. Tabi kilit milit gitmişti ama yine de etkilenilesi bir performanstı. Bu sefer gelen abiyse, biraz daha mekanikti anladığım kadarıyla. Kilidin çevresindeki yuvarlağın arasına tornavidamsı bir şey sıkıştırıp, çekiçle çat çat vurmaya başladı. Baya kapının anasını sike sike açtı yani, ama sonunda açtı. Sonra da sanki ben embesilmişim de bunu kendi başıma düşünemiyormuşum gibi, “ya gardaş, bu sefer al anahtarlardan birini, ver etrafta tanıdığın güvendiğin birine” önerisinde bulunmayı ihmal etmedi ve tabi ki bu babacan önerinin bedeli 80 liradan daha az değildi.
Yaklaşık yarım saat önce bir hışımla çıkabildiğim evime, yarım saat sonra 80 lira vererek girince, insan en azından ilk yerli içkinin bedava olmasını falan bekliyor tabi ama evde halihazırda bulunan en yerli içki çay olunca, 80 lira nereden baksan evlAT acısı gibi koyabiliyor insana.
Eve girer girmez, 80 lira kadar hafiflemiş cüzdanımı sehpanın üzerine bıraktım ve kendimi koltuğa attım. Ne boktan gündü arkadaş. Kadın desen sorunluydu, film desen 12 liralık bilet yanmıştı, kapı desen 80 lira göte girmişti falan. Baya bildiğin sokağa 92 lira bırakmıştım. Yani en azından keşke cidden gidip sokağa bıraksaydım da, birileri kendilerine bi çay, bi çorba, bi bali, bi esrar falan bi şey alsaydı da hayra geçseydi yani. İnanın sayın okur, kumarda bile kaybedilen paranın bir anlamı vardır, en azından kazanma olasılığının gücüyle oynuyorsundur yani ama çilingire giden para, boşa giden paraların en boşa gideniydi.
Giden 92 liranın üzerine bir bardak su içtim ve kendimi tekrar koltuğa bırakırken daha ne olabilirdi ki diye düşündüm. Daha ne olabilirdi yani. Ama hayat denilen orospu çocuğunun, böyle anlar için, hatta özellikle de tam olarak böyle anlar için mutlaka bir B planı bulunurdu.
Fatma aradı ve giden 92 lira, artı geçen son yarım saatin verdiği sinirle öyle bir kavga ettik ki, sonunda ayrılmaktan başka çaremiz kalmamıştı.
Bir sigara sarıp, kendimi tekrar koltuğa bıraktım. Ulan dedim Onur Ünlü, afedersin sik mi vardı da gittin sanatsal film çektin –hem de siyah beyaz falan. Çekseydin Leyla ile Mecnun The Movie diye bir şey de, ne bilet alsaydım ne filme gitmek için evden çıksaydım ne de sinirlenip hatundan ayrılsaydım.
Hani Devlet Bahçeli’nin “ne hortumu, ganalizasyon borusunu bağladılar ganalizasyon borusuuuğğğ” yakarışı vardı ya sayın okur, camı açtım ve aynen o şekilde bağırdım: “Ne aydınlatması Onur Ünlüğğğ, sen gararttın gecemi seğn gararttıığğnn!!”
Sonra camı kapatıp içeri geçtim ve sigaradan bir fırt daha çekip kendimi son kez koltuğa bıraktım.
Ah Onur Ünlü dedim içimden, Ah Onur Ünlü, sik mi vardı afedersin!
——
Bu yazı ilk olarak 14 Kasım 2013 tarihinde benideoku.net adresinde yayınlanmıştır.