Yeşilköy balıkçı barınağının kapısında dolanan bir martı vardır. Hep orada dolanır. Çoğu zaman oradan ilk kez geçenler onu görünce önce şaşırır. Sanırlar ki, bu martı çok insancıldır ve insanlardan kaçmaz, korkmaz hiç onlardan, bir nevi evcilleşmiştir. Sonra, biraz daha bakınca martının uçamadığı için orada dolanıp durduğunu düşünürler. Önce bir burukluk hissederler, sonra acırlar ona. Denize bu kadar yakın olup da uçamaması acıma duygusu yaratır onlarda. Biraz daha dururlar, seyrederler ve artık, martıya derin bir acıma ile bakarlar, bakarlar… bir daha bakarlar… Hatta yüzlerinde sevecen bir ifade bile belirir, sonra ise yürüyüp giderler. Acımaları buraya kadardır. Ne martının hayatına dokunmuştur bu acıma, ne de kendi hayatlarında bir değişim yaratmıştır. Onlar yollarına gider, martı orada dolaşmaya devam eder. Her şey yerli yerindedir. Tamam, olumsuz bir durum vardır, ama onun hayatına dokunan bir şey değildir bu, hem zaten onun yapabileceği bir şey de yoktur. Zaten o martı öyle yaşamaya alışmıştır ki orada dolanmaktadır. O ne yapsın ki? Acımak yetmiştir vicdanları temizlemeye. Uzaktan acımak, üzülmek ama hayatına katmamak en doğal davranışıdır bu insanların. Elbette birileri o martıya gereken ilgiyi göstermiştir. Her gün onu balıkçılar beslemiştir mesela. Suyunu semt ahalisinden birileri vermiştir. Belki kadim birisi onun neden uçamadığını bile araştırmış elinden gelen tıbbi desteği vermiştir ve nihayetinde iyi olmayınca onu en mutlu olduğu yere, balıkçı barınağının kapısına bırakmıştır. Ama tüm bu kişilerden bahsetmeyeceğiz. Çünkü konumuz onlar değil. Bu yazının konusu Yeşilköy balıkçı barınağının kapısındaki bu martıyı görüp, ona acıyıp sonra yıldırım hızıyla hayatlarından çıkarıp yoluna hiçbir şey olmamış gibi devam edenlerle ilgiliydi…
Saygılarımla,