Asfalt görmemiş, renkli çiçeklerle dolu bir yolda uzunca bir yolculuğa çıkmak gibidir… Etrafında sarıdan mora her türlü çiçek, bir bahar mevsimi belli ki… Ne zamandır yürüdüğünden ve bu yolculuğun nereye kadar süreceğinden haberi bile yok. Yürüyor… Bir gündüz saati belli ki, belki öğleden sonra… Fazlası olamaz. Güneş tam tepesinde, tüm kuvvetiyle yakıyor gözlerini. Sıcaktan gözlerinin yandığından rahatsızlığınızı yakarmak için yanına döndüğünde, bu renkli yolda tek başına olduğunu fark ediyor… Aslında aylardır, belki de yıllardır yapayalnız olduğu, sağ elinde altı çiçeklere sürterek ilerleyen çantasıyla birlikte olduğu ne kadar da ilginç geliyor o anda ona. Oysa ki bu cennet benzetmelerini bile hak edecek güzellikte diyara dostlarını getirmeyi çok kez denemişti… Ve her seferinde hüsran olmuştu sonuç; bu kızıl güneşin yaktığı çiçeklerle dolu yolda ne zaman oraya ait olmayan bir misafir yürümeye başlasa güneş kendisini tepelerin ardına saklamış, çiçekler insanın yaşama sevincini arttıran o parıltılarından onu mahrum bırakmış ve herkes bu tanınmadık misafirleri bu diyara soktuğu için ona tam anlamıyla küsmüştü. O da bu yolculuktaki tüm güzelliklerin ona özel olduğunu, ondan başkasının bu güzelliklerden haberi dahi olamayacağını nihayet anlamış ve dışarıdan tek başına gibi görünerek devam etmişti…
Gün batmaya başlamıştı… Oysa o buna alışıktı, mevsimlerin değişimini bile büyük bir sabır ve keyifle anbean takip etmiş, bahar günleri çiçeklerin, sıcak yaz günleriyse şeftalilerin süslediği ağaçlarda kış günleri biriken karları da tıpkı diğerlerini olduğu gibi hayranlıkla seyretmişti… Her biri onun için bir ilham kaynağıydı sanki. Bulutlardan düşen yağmur parçasında ileride onu bekleyen dünyadan hayallerine kaçan bir çocuğu ve daha nicesini görmeyi başarabilmişti… Yalnız olmak değildi bu besbelli. Aylardır tek başına yürüyor olabilirdi ama bu hiçbir şekilde ona önceki hayatından vazgeçip bu yolculuğa çıkmaktan ötürü bir pişmanlık vermedi.
Sahi, az daha onun önceki hayatından bahsetmeyi unutuyordum. Renksiz bir gökyüzüne bakarak geçiyordu eski hayatınızda günleri. Birbiriyle aynılaşmış günleri artık hiçbir his vermiyordu ona. Sadece günlük işlerini yapıyordu. Üstelik sayısını bile hatırlamadığı o yüzyılın insanlarından sadece biri olmak, kalabalıklar içerisinde yüreğinde patlayan “ben de buradayım!” çığlıklarını ufak bir fısıltıya bile dökememek kuşkusuz ki günden güne daha da yıpratıyordu onu. Üstelik belli bir münasebeti olduğunu düşünüp güven duyduğu insanların arkanızdan söylediklerine dair günden güne aldığınız haberler omu gittikçe daha da yıpratmıştı. Güvenecek hiç kimse bulamama eşiğine bile gelmiş, o büyük ruhsal depremi tüm yalnızlığıyla yaşamıştı… Gerçek yalnızlık oydu işte; binlerce etten ve kemikten yapılma makine içerisinde tek başına olmaktı. Diğerlerinin yanılgıya düştüğü gibi bu doğanın güzelliklerini sunmakta tüm cömertliğini gösterdiği yolda yürümek değildi. Bunun farkında olan bir tek oydu… Ve dünyada çok az kişiye ait olup onun da bildiği bir sır vardı; başarıya giden yolun tam da bu tek başına ilerlenen yol olduğu… Bu yol dışarıdan bakanlar için tıpkı o eskimiş kentlerdeki bunaltıcı caddelerden birinden farksızdı ama o, şimdilerde yürümekte olduğu cennet parçasına giden kapının anahtarını bulmuş ve o kapıdan içeri girmekten en ufak bir şüphe duymamıştı. İşte bu yüzden, kaç ay hatta kaç yıl yürüyeceğiniz önemsizdi… O, zaten başarmıştı.
***
Cavit Cav
Aslında popüler kültürden hiç hazzetmem. Herkesin aynı kitabı okuması, aynı şarkının sözlerini ezberlemesi, sırf moda olduğu için farklı bir insanmış gibi davranması en başından beri bana hiçbir zaman bir nebze olsun samimi gelmedi. Bu yüzdendir ki “best-seller fobisi” yaşayan insanların arasındaki yerimi alalı uzunca bir zaman oldu… Fakat birazdan bahsedeceğim “muamele” farkı, ancak popüler mizah anlayışında kendisine köklü bir yer edinmiş “Onlarda/Bizde” ayırımıyla bu kadar güzel ayrılabilirdi. Yabancı ülkelerde imrenerek izlediğim olaylardandır, geçmişte yaşamış sanatçılar adına dikilen heykeller, onlar adına yapılan anma günleri ve buna benzer kendisinin hizmetlerinin unutulmadığına dair bir nevi eylemler… Fakat bir de bu vefa algısının ülkemizdeki dışavurumundan bahsetmem gerek. Çünkü, bir insan için bazı durumlarda en iyi örneğin ayna olması, yine bazı durumlarda toplumlar için de geçerli olabiliyor.
Cavit Cav ismini hiç duydunuz mu? Duymamış olmanız doğal… Ben de hayatımda tanıştığım en birikimli insan olan Sunay Akın’dan evvel tanımıyordum kendisini. Fakat ne kadar büyük bir insan olduğunu, onu tanımadığım zamanlara dair içimde duyduğum derin pişmanlık hissiyle fark etmem çok sürmedi. Size biraz Cavit Cav’dan bahsetmek istiyorum. Zira kendisi, bugünlerde ismi dillerden düşmeyen şişirme şahsiyetlerden çok daha az bahsedilmesine rağmen iddia ediyorum ki onda dokuzundan daha büyük işler başarmış bir kimse.
1928’de, Amsterdam’daki olimpiyat oyunlarına katılan milli bisiklet takımımızın dört sporcusundan biriydi Cavit Cav. Selanik göçmeniydi ailesi. Ve artık göç ettikleri yurt olmuş Selanik’te bıraktıkları en etkileyici olay ise doğum yapan büyük teyzesi Emine Hanım’ın yakın bir tarihte doğum yapan yakın bir arkadaşının çocuğuna süt annelik yapmasıydı. Ve ileride Cavit Cav’ın ağzından dökülecek o cümleler, her şeyi tam anlamıyla anlatacaktı:
Ben, teyzemin süt verdiği Mustafa Kemal’i hiç görmedim hayatımda, onu hep aileden biri olarak hissettim; ama hiç karşılaşamadım.
Çok derin tarihi kaynakların yazdığı bu bilgi, milli bisikletçimiz ile Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün süt kardeşliğini doğruluyordu.
Aksaray’da geçirdi çocukluğunu Cavit Cav… Hep istediği fakat bir türlü alamadığı bisikleti, maydanoz ve soğan ekip satarak kazandığı parayla ikinci el olarak aldı ve aklını kullanarak Sultanahmet ile Ayasofya çevresinde ilk kiralık bisiklet turlarını düzenlemeye başladı.
Bir gün Topçu Kışlası’nda olimpiyat seçmeleri olduğunu duydu ve duyduğu anda kafasına koymuştu kazanmayı. Ay-yıldızlı mayoyu kazanmak için gittiği seçmelerde birinci çıktı ve 1928 Amsterdam Olimpiyatları’nda ülkemizi temsil eden dört bisikletçiden birisi oldu.
Cavit Cav, ülkemizi olimpiyatlarda temsil etmiş onurlu ve başarılı bir sporcuydu. Fakat sadece sporcu kimliğinden bahsetmek, kendisinin sanayici ve hizmete düşkün kimliğini es geçmek, Türkiye adına yaptıklarını anlatmak için hayli yetersiz kalır. Cavit Cav, Türkiye’ye bir bisiklet sporcusunun verebileceğinden çok daha fazlasını verdi.
Olimpiyatlardan döndükten sonra bir bisiklet atölyesi açtı Cavit Cav. Hatta sonraları Cav Bisiklet adlı bir fabrika bile kurdu. Cav Bisiklet, dünyaca önemli bir yer edindi kendisine. Fakir çocukların da bisiklet sahibi olması adına kurulan Cav Bisiklet, Cavit Cav için henüz bir başlangıçtı.
Daha sonra, Kazım Karabekir Paşa’nın ikizleri geldi dünyaya… Cavit Cav’a sordular:
“Sende bu bebekler için bir bebek arabası yok mu? Hep dışarıdan mı ithal edeceğiz bu bebek arabalarını?”
Ve Cavit Cav, ilk yerli bebek arabasını üretti. Bu üretim bisiklet kadar kapsamlı olmasa da imalat bakımından Türkiye adına önemli bir gelişme oldu. Fakat, Cavit Cav, bununla da sınırlı kalmadı. Ankara’da engelli bir çocuğun haberini alan ve kendisine o çocuk için bir tekerlekli sandalye yapıp yapamayacağı sorulan Cavit Cav, yine bir ilke imza attı ve ilk yerli tekerlekli sandalyeyi üretti.
Hayatı hizmetlerle geçen Cavit Cav, vefat etmeden önce bedenini o zamanlar kadavra bulma sıkıntısı çeken Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne bağışladı. Cavit Cav, hala Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Bilim Dalı’nın bir dersliğinde tutulmakta ve korunmaktadır.
Ülkemizi bu kadar çok ilkle tanıştıran ve olimpiyatlarda temsil eden büyük insan Cavit Cav, bugüne kadar hangi siyasi konuşmada, açılışta ya da halka açık başka bir yerde anıldı? Ben Cavit Cav’ı, hayatımda tanıştığım en birikimli birkaç insandan birisi olan Sunay Akın’dan öğrendim. Peki, bu büyük insanı zihinlere taşıyan Sunay Akın, bugün devlet tarafından ne gibi bir destek alıyor?
Sunay Akın, müze olmanın on bir şartını bulundurma konusunda Avrupa ülkeleri arasında kendisine yer bulan tek Türk müzenin kurucusu. Ve 2011 senesinde yapılan bu sıralamanın üstünden geçen üç sene içerisinde kendisine bir tebrik bile gelmemiş. Bunun üzerine, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından bir 12 Eylül yasası olarak hala uygulanan “Müzeler ve madenlerden ek vergi alma” yasası doğrultusunda müze kazancının belirli bir kısmı hala ekstra olarak ödeniyor. 12 Eylül’e karşı olduğunu iddia eden zihniyet, kendi içerisinde trajediyle karışık büyükçe bir ironiye imza atıyor. Sahiden, bazen bu ülkedeki zihniyeti anlamak ciddi anlamda güç olabiliyor…
***
Mustafa İnan
Oğuz Atay’ı birçoğumuz tanıyoruz, diye tahmin ediyorum. O, her gün vapurda denizle beraber fotoğrafını çekip sosyal ağlarda paylaşan insanların kapağını dahi açmadığı, Tutunamayanlar adlı kitabın yazarıdır kendisi. Bu bahsettiğim ‘modaya göre okur’ tiplemesinin pek haberi olmasa da kendisinin Tehlikeli Oyunlar veKorkuyu Beklerken başta olmak üzere birçok başka önemli eserleri de mevcut… Fakat, kendisinin Bir Bilim Adamının Romanı adlı öyle önemli bir eseri vardır ki, orada anlattığı öğretmeni Mustafa İnan’ın saygınlığını anlatışıyla bile gözümdeki değeri daha da yükselmiştir. Sizlere, bu ülke için büyük fedakarlıklarda bulunmuş ve kendisine büyük bir vefasızlık gösterilen bir aydınımızı tanıtmak istiyorum. Size, Mustafa İnan’dan bahsetmek istiyorum.
Adana’da bir köyde dünyaya geldi Mustafa İnan… Babası posta memuru Ali Rıza Bey’in eşi Rabia’dan doğan yedinci, yaşayan tek erkek çocuğu oldu. Küçükken Adana’daki evlerinin balkonundan düşmesiyle ‘artık okumaz’ deniyordu, fakat Mustafa ileri zekalı bir çocuktu. Sınıfındaki en zeki öğrenciydi, kitap-kalem bile götürmezdi okula ve buna rağmen birincisiydi sınıfının… Yıllar sonra, birinci olarak bitirdiği yatılı okuldan sonra yine birinci olarak girdiği Yüksek Mühendis Mektebi için İstanbul’a gitti. Fakat bu sırada, sadece fen bilimleriyle değil edebiyatla da fazlaca ilgiliydi. Ömer Hayyam’ın rubailerini ezbere biliyordu, Yunus Emre ve Mevlana gibi büyük filozofların hayat hikayelerini araştırıyordu.
Üniversiteyi de birincilikle bitirecekti Mustafa İnan, hem de edebiyata olan sevgisi bir nebze olsun azalmadan… Dönemin önemli edebiyatçılarıyla derin edebiyat tartışmalarına bile girebilecek düzeyde olan Mustafa İnan, günümüzde ülkemizdeki sayısal alanlara yetenekli insanlara da önemli bir ders vermiştir. Üniversiteden sonra doktora için Zürih’e giden Mustafa İnan, ülkemizde yurt dışında doktora yapan ilk bilim insanı oldu. Zürih Üniversitesi’ne ilk gidişinde “Siz matematik ve fizik biliyor musunuz?” gibi aşağılayıcı bir soruyla karşılaştı Mustafa İnan. O dönemlerde bir köprü yıkılmıştı civarlarda ve İsviçreli bilim insanları, köprünün yıkılış sebebini haftalardır açıklayamıyorlardı. Mustafa İnan, ertesi gün o aşağılayıcı soruyu soran hocalarının eline bir kağıt tutuşturdu. İsviçreli bilim insanlarının haftalardır çözemediği matematik hatası, Mustafa İnan’ın hocalara verdiği kağıtta yazılıydı…
İki sene sonra, doktorası bittiği zaman bir teklifte bulundular Mustafa İnan’a. Zürih’te kalmasını istediler. Daha rahat şartlarda yaşayacağı, memleketinde olduğu gibi sıkıntılı günler geçirmeyeceği bir hayat sağlayacaktı Mustafa İnan’a bu teklif… Fakat bırakamazdı memleketini Mustafa Bey, cevabı hazırdı. “Siz, matematik ve fizik bilip bilmediğini sorduğunuz birisine nasıl böyle bir teklif yaparsınız?” 1941 yılında doktora derecesini aldı ve Türkiye’ye döndü. “Kayma Merkezi” başlıklı ilk makalesi 1943’te yayımlandı. Bu makale, bir Türk bilim adamının yurtdışındaki ilk doktora çalışması olarak kabul edilir.
Askerliğini yaptıktan sonra Türkiye’deki ilk kadın arkeolog olan Jale Ogan’la evlendi Mustafa İnan. Edebiyat ve matematik ilgisi, Jale Hanım’a aşkını açtığı Ömer Hayyam rubaisinin de ana temasıydı…
“Sevgili, seninle ben pergel gibiyiz
İki başımız var, bir bedenimiz.
Ne kadar dönersem döneyim çevrende.
Er geç başbaşa verecek değil miyiz?”
Ömrü memleketimize hizmetle geçmiş olan önemli bilim insanlarından birisiydi Mustafa İnan. Ve engebeli arazilerle dolu Anadolu için tek tek her ray projesini çizmiş olmasına rağmen kendisinin ismi, hala Anadolu’da veya İstanbul’da bir tren garına verilmedi. Sadece İstanbul-Ankara yolunda bir viyadüke verildi ismi. Kendisi, hala anma günlerinde insanlarca hatırlanmıyor. Ve bugün kendisini anlatan insanlar müzelerinin kazancından ek vergi ödüyorlar. Tarihe saygısızlık, ülkemizde sınırlarını fazlaca zorluyor. Mustafa İnan’la ilgili cümlelerimi, kendisinin bölüm öğrencilerine söylediği ve Bir Bilim Adamının Romanı’nda da yer alan sözleriyle bitirmek istiyorum:
“Bilim uzun ve çetin bir yoldur çocuklar. Bilimi yarı yolda bırakmayın, olur mu çocuklar? Oppenheimer gibi hissediyorsanız, bırakın yüksek binaları başkası yapsın, büyük barajlarda başkası çalışsın. Bazılarına çok uzaklardan bile görünen yüksek yapılar kurmak çekici gelecektir. Bırakınız bu işleri öyleleri yapsın. Bazıları da insanları çalıştırmak, büyük teşebbüsleri idare etmek ihtirası ile yanarak kuvvetli olmak isteyeceklerdir. Bırakınız parayla da onlar uğraşsın. Sizin kuvvetli olmak gibi bir derdiniz yoksa, siz de Leonardo Da Vinci gibi ‘Kuvvet nedir?’ diye merak ediyorsanız buyrun sizleri Mekanik kürsüsüne beklerim. Çünkü bazılarına göre ‘Kuvvet’ para ile organizasyonun çarpımına eşittir; bize göre de kuvvet ivme ve kütleyi ilgilendiren bir büyüklüktür. Bu iki formülü birbiriyle karıştırmayın olur mu çocuklar? Kürsü ile ticarethaneyi birbirine karıştırmayın olur mu çocuklar?”
***
Başarmak, insanın bir başına çıktığı uzun bir yolculuğa dayanıyor. Çok çalışmanın, çok düşünmenin ve çok çabalamanın harmanı, insana en sonunda başarı olarak geri dönüyor. Evet, çalıştıktan sonra başarmak geliyor… Peki, ülkemizde başarmaktan sonra ne geliyor? Bir filmde geçen şu repliği hiç unutmam; “Türkiye’de hiçbir başarı cezasız kalmaz.” Avrupa ülkeleri bilim insanlarını yılın belli günlerinde anma günlerinde hatırlarken, onlara ilham kaynağı olmuş insanlarımız, hala uykuda olan milyonlar tarafından hatırlanmayı bekliyor. Dünya’daki diğer ülkeleri bilmem ama, Türkiye’de çalışıp başarmak, insanlarımıza ancak bir tiyatro sanatçısının onda biri kadar bile hatırlanamayıp, unutulup gitmeyi vaat ediyor. Tarihte ülkemize en ufağından en büyüğüne, hizmette bulunmuş tüm insanlara bugünkü üst kapatıcı zihniyete rağmen, saygılarımla…
10051 // Görkem Çolak – http://gorkemcolak.blogspot.com.tr/